14 Ekim 2009 Çarşamba

Şu milletin saadeti Ermenilerle ittifaka vâbestedir

Suâl: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?”

Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nev'î zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.

Suâl: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.

Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husûmetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husûmet zarardır. Halbuki, Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi “Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var”dır (Arap atasözü). Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilân’dır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlûp ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlûp edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husûmet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.

Suâl: “Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere tecâvüze başlıyorlar, bir kere ‘Hürriyet ve meşrûtiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar. Bizi me’yus ediyorlar?”

Cevap: Zannediyorum, tecâvüzleri eskiden sizden tahayyül ettikleri tecâvüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecâvüze karşı bir nümâyiş gibidir. Eğer tamamıyla îman etseler ki tecâvüz sizden olmaz; adâlete kanaat edeceklerdir. Şâyet adâlete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir...

Münâzarât, s. 67-70, (yeni tanzim, s. 163) LÜGATÇE: zimmî: İslâm devleti tebasından olan ve cizye denilen vergiyi ödeyen gayrı müslimler. ehl-i zimmet: İslâm Devleti tarafından korunan Müslümandan başka kimse, zimmî. zimmettar: Hazine sâhibi, vergiyi alan. müsâvi: Eşit. adâlet-i şeriat: Şeriatın adaleti. istibdâd: Baskı, diktatörlük. sünnet-i seyyie: Kötü âdetler. zimmî-i muâhid: Kendilerinin himaye edilmesi için sözleşme yapılmış olanlar. selâmet: Eminlik; dert, sıkıntı, korku ve endişeden uzak olma. vâbeste: ...e bağlı, ilgili, bir şeyin arkasına bağlı, ancak onunla olabilir. mütezellilâne: Zelil bir şekilde, alçak olana yakışacak sûrette. izzet-i milliye: Milletin izzeti, onuru, şerefi. musâlaha: Barış. sahîfe-i vücut: Varlık sayfası. husûmet: Düşmanlık. zevâl: Son bulma. fikr-i milliyet: Milliyetçilik fikri. müttefik: İttifak eden, birleşen, anlaşan. kavî: Kuvvetli. meyl-i terakkî: İlerleme meyli, gelişme arzusu. temâyül-ü adâlet: Adalete meyletme, yönelme. terakkiyât: Terakkiler, ilerlemeler. hüşyâr: Uyanık. zaruret: Çaresizlik. Muhtaçlık, yoksulluk. hafîd: Torun. müfsid: İfsat eden, bozan.

Bediuzzaman Said Nursi

13 Ekim 2009 Salı

Ermenilerle ittifak ve dost olmak

Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?"
Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir(bağlıdır). Fakat mütezellilâne(aciz bir durumda) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır. Münazarat-Said Nursi-1911

6 Ekim 2009 Salı

Said Nursî açılımı

Hükümetin demokratik açılımı gündeme getirirken Yaşar Kemal’den Sezen Aksu ve Ajda Pekkan’a kadar birçok popüler ve medyatik isimle diyalog kurarken, çözüm aranan konularda yüz senedir geçerliliğini koruyan fikirleriyle Said Nursî’den hiç söz edilmemesi, çok önemli ve hayatî bir noksanlıktı.

Öyle ki, Bediüzzaman’ın şimdi de taptaze olan isabetli görüşleri vakti zamanında dikkate alınarak gereği yerine getirilmiş olsaydı, bugün yana yakıla çözüm aradığımız kronik sorunlar ortaya çıkmaz, en azından bu boyutlara ulaşmazdı.

Hal böyle iken, yıllarca kasıtlı olarak susturulmaya, engellenmeye, bastırılmaya; buna muvaffak olunamayınca iftiralarla çürütülmeye; bu da başarılamayınca gizlenmeye çalışılan Said Nursî gerçeğinin, demokratik açılım gibi son derece önemli bir konuda, hele bu iktidar tarafından ihmali, kolay kolay anlaşılabilecek birşey değildi.

Siyasete girmeden önce uluslararası bir Risale-i Nur Kongresine sunduğu tebliğde, “Bediüzzaman’a kulak verilseydi Güneydoğu ve terör sorunu olmazdı” diyen bir ismin yıllarca Millî Eğitim Bakanı olarak görev yaptığı bir iktidarda, bazı okulların internet sitelerinde Said Nursî’nin bir sözüne yer verildiği gerekçesiyle ilgililere soruşturma açılıp ceza verilmesi ayrı bir garabetti.

Keza, Yeni Asya’nın Risale-i Nur kaynaklı çekincelerle ortaya koyduğu mesafeli ve eleştirel duruş dışında, birçok Nurcunun desteğini almasına rağmen AKP’nin hele açılım gibi bir konuda dahi Said Nursî’den uzak durması çok tuhaftı.

Aynı şekilde, Cumhurbaşkanının, Bitlis gezisinde Norşin adı için ortaya koyduğu isabetli açılımı, üniversite bahsinde, bu projenin asıl mimarı olan Bediüzzaman’dan esirgemiş olması da.

Velhasıl AKP, 1991’de işbaşı yapan ve Kültür Bakanlığı kararıyla devlet kütüphanelerini ilk kez Risale-i Nur’a açıp, bunu bilboard afişleri ve gazete ilânlarıyla ilân ederek, külliyatı yıllarca maruz bırakıldığı “yasak kitap” muamelesinden kurtarma noktasında tarihî bir icraata imza atan DYP-SHP koalisyonunun dahi gerisinde kaldı.

Said Nursî konusundaki resmî görüşün cenderesine kendisini hapsetmenin getirdiği bu tutukluğun açılım bahsi gündeme geldikten sonra da devamı üzerine, Yeni Asya olarak bu tavrı eleştirdik ve “Bediüzzaman’sız bir açılım”ın başarılı olamayacağını ısrarlı bir şekilde vurguladık.

Aradan haftalar, aylar geçti. Ve işin tabiatından kaynaklanan zorlukları aşarak yürütülmesi gereken açılım sürecinin, kamuoyuna sunulduğu şekliyle içerdiği belirsizlikler, yöntem hataları, mâlûm kesimlerde tetiklediği katı direniş gibi bir dizi sebeple tavsamaya başladığı veya o izlenimin doğduğu bir noktada, Erdoğan’ın kongre konuşmasında, Sabahat Akkiraz, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet gibi isimlerin ardından ve onlar için söylemeye gerek görmediği “Sevseniz de, sevmeseniz de, fikirlerini beğenseniz de, beğenmeseniz de” kaydını koyarak “Said Nursî’siz Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır” cümlesine yer vermesi, adeta açılıma can verdi.

İki saati aşan uzun konuşma, medyada, en çok Said Nursî’nin adının geçtiği bölüm öne çıkarılarak verildi. Yani, Said Nursî’nin adı bile, tavsamaya yüz tutan süreci bir anda hareketlendirdi.

Ve konuşmanın, kongre salonundaki binlerce dinleyiciyi en çok ateşleyen, en fazla alkış alan, yorumculara “Salon alkıştan yıkıldı” dedirten cümlesi de Said Nursî adının geçtiği cümleydi.

Bu tablo hem devletin kimi kesimlerince hâlâ soğuk bakılan Bediüzzaman’ın, milletin gönlünde nasıl taht kurduğunu; hem de onu dışlayarak kalıcı bir başarıya ulaşılamayacağını gösteriyor.

Buradan çıkarılacak ders, sadece adının telâffuzu dahi bu neticeyi veren bir bilgenin fikirlerini pusula yapıp, açılım projesini onların verdiği parametrelere göre tekrar dizayn etmek olmalı.

Said Nursî açılımının, “herkese mavi boncuk” eksenli bir seçim manevrası olarak kalmaması, bu yönde gösterilecek samimî gayretlere bağlı...

06.10.2009

E-Posta: irtibat@yeniasya.com.tr

29 Eylül 2009 Salı

Röportaj/Resmî tarih yalanlarının sonu geldi

Kürt meselesi etrafında konuya sağlıklı bakıp bakamadığımız temel bir sorundur. Milliyetçi gözlüklerle insanların doğuştan sahip oldukları hakları değerlendirmek kaçınılmaz olarak sığlaşmayı beraberinde getirecektir. Bu süreci komplo teorileriyle süslemek ancak çözüm sürecine giden yola dikenler dikmek mânâsına gelecektir. Biz de bu süreci Hacettepe Üniversitesinde felsefe okumuş, yüksek lisansını sosyoloji ve siyaset felsefesi üzerine yapmış Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Özer’e sorduk…

Kürt meselesi dediğimiz olguyu sadece Kürtlerin etnik milliyetçi, ayrılıkçı kanadına indirgemek doğru bir şey mi?

oğru değil elbette. Eğer bu sorun doğru bir biçimde tahlil edilmezse, alelacele ele alınıp çözülüyormuş gibi yapılırsa tam anlamıyla çözülemez, yazık olur. O halde çözüm için tam bir teşhis ve tahlil gerekir. Bu açıdan bakıldığında şunlar söylenebilir: Kürt sorunu; tarihsel, etnik, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları olan bir sorundur. Tarihsel boyutu var, çünkü bu sorun öyle dünden bu güne ortaya çıkmış bir sorun değildir. Türklerin bu coğrafyaya gelmesi ile, özellikle ortak dine sahip olmanın da etkisi ile, Kürtlerle Türkler birbiriyle ilişkilenmiş, bir çok konuda birlikte hareket etmiştir. Çok sonraları çıkar ve egemenlik kaygısı ile çelişkiler ve çatışmalar yaşanmıştır. Eğer bu tarihsel gerçeklik çarpıtılmadan, üzeri örtülmeden anlaşılmazsa bu sorun da tam olarak anlaşılamaz, sorun tam olarak anlaşılmadığı takdirde ise tam ve kalıcı bir çözüm üretilemez.

Böyle bir yaklaşım sorunun çözümünü nasıl bir yere taşıyor?

Sorunun tarihsel boyutu ile birlikte etnik ve kimlik yönü var. Kürtler tarihleri, dilleri ve kültürleri olan ayrı bir halktır. Eğer Kürtlerin yaşadığı bölgeler bir anda çok zengin ve kalkınmış olsa bile bu sorun ortadan kalkmaz. Çünkü orta yerde ayrı bir halk var ve bu halk bazı haklara anayasal güvence ile sahip olmak istiyor. Sorunun ekonomik ve sosyal boyutu da var kuşkusuz. Kürtlerin yaşadığı bölgelerin geri kalmışlıkla izah edilebilecek ekonomik boyutu tek başına bir neden olmamakla beraber sorunun büyümesine ve daha aşikâr hale gelmesine etki etmiştir. Kürt sorununun önemli boyutlarından biri de kültürel boyutudur. Kürtlerin kendi dillerini tam olarak kullanmamaları, dilde bilim, san'at, edebiyat yapamamaları ve yapmak için gerekli alt yapı imkânlarına sahip olamamaları büyük sorun teşkil ediyor. Yer ve insan isimlerinin fiiliyatta hâlâ yasaklara maruz kalmaları sorunu azdıran bir işlev görüyor.

Yani…

Kürt sorunu yukarıda sayılan bütün faktörlerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıkan komplike bir sorundur. Çözüm için de bütün bunların birlikte senkronize ele alınması gerekir. Çünkü sorun bunlardan sadece biriyle kaim değil bunların hepsinin toplamı niteliğindedir. AB’ye katılmaya çalışan bir Türkiye’nin bunları görmesi ve bu sorunu özgürlükçü bir demokrasi perspektifi içinde çözmesi en uygun yol olarak görünüyor. Ülkedeki dinamiklerin bunu yapacak ve başaracak gücü var. Bununla birlikte bu konuda her iki tarafa da düşen sorumluluklar var. Bu yolculukta en önemli kavramlar empati, samimiyet, cesaret ve basiret olarak önem kazanıyor ve öne çıkıyor.

Bir sosyolog olarak Kürt sorununun tarihî gelişiminden koparılıp anlatılması nasıl bir sakınca doğurur?

Çözümü doğru yerde aramak lâzım, daha doğrusu doğru bir hat üzerinde ilerlemek lâzım, yanlış tesbit ve yollar bizi istenmeyen yanlış yerlere götürür ki bu da sorunu çözmemenin ötesinde enerjimizi boşa heba etmekten başka bir işe yaramaz.. Yıllarca tarihsel gerçek çarpıtılmış. Oysa dünü doğru bilmeden bu günü doğru anlamak mümkün değil. Bu günü doğru anlamadan güzel bir gelecek kurmak mümkün değil.

Örneğin Kürtlerle Türkler Malazgirt’te Romen Diyojen’e karşı birlikte savaştı, Çaldıran’da Osmanlı (Yavuz Selim) Şia tehlikesini (Şah İsmail’i) Kürtlerin (özellikle de Kürt İdrisi Bitlis-i sayesinde ve onun) yardımı ile durdurdu. Bu anlamda Malazgirt’i başlangıç sayarsak 7 asır, Çaldıran’ı başlangıç sayarsak 3,5 asır birlikte yaşadılar. Bu süre içinde Kürtler kendi ata baba topraklarında tamamen özerk bir biçimde yaşadılar. İpler Tanzimat’ta koptu. II. Mahmud’un Batı taklitçiliğine yönelik merkezileştirme politikaları Abdülmecit’le iyice gerildi ve Cizre-Botan’da Bedirhan’ın isyanıyla başlayan başkaldırı ile ipler koptu; II. Abdülhamid ilişkileri onarmaya çalıştıysa da İttihat Terakkinin Türkçü ve Turancı yaklaşımı sorunu onarılmayacak derecede tahrip etti ve bugüne getirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında din ve vatan uğruna yapılan ortak mücadele kurtuluştan sonra kimi vaatlerin yerine gelmemesi ile yeniden koptu ve isyanlar-bastırmalarla sorun günümüze kadar büyüyerek geldi.

Siz “yeniden inşa” sürecinden bahsediyorsunuz. Bunun olması için bir zemin oluşturmak gerekmiyor mu?

Zemin hattizatında I. Meclis ve 1921 anayasasında var. M. Kemal’in de katıldığı Amasya protokollerinde ve 1923 İzmit Basın toplantılarında da var. Çözüm bu mânâda farklılıkları bir zaaf ve ayrılma sebebi değil, bir zenginlik olarak gören ve herkesin hakkını hukukunu teslim eden bir birliktelikte yatıyor. Bu nedenle karşılıklı birbirini anlamaya çalışmak, samimiyetle çözmeye çalışmak, ve barış dilini hakim kılmak çözüm zeminine önemli katkı sağlayacaktır diye inanıyorum.

Askerin Kürt sorununun siyasî çözümü içinde birincil aktör olarak görülmesi bölge insanı üzerinde nasıl bir etki yapıyor?

Sorunun artık askerî bir mantıkla çözülemeyeceği anlaşıldı. Fransızların bir sözü var: “Bir sorunu birden fazla defa aynı metotla çözmeye çalışıp da çözemediğiniz takdirde ya sorunun bağlamını ya da kafanızı değiştireceksiniz” diyor. Yoksa çözemezsiniz. Kürt sorunu da 25 yıldır askerî mantıkla çözülmeye çalışılıyor. Bu sorunu çözdü mü, hayır. Ne yaptı? Bunun sonucu daha fazla acı ve daha fazla gözyaşı oldu ve üstelik sorun çözülmek bir yana daha da büyüdü, büyütüldü.

Artık bu zihniyet terk edilmeli. Yeni bir yol bulmalı. Bu yol da demokratikleşme yoludur. Ben yeni bölgeden geldim. Bölge insanı çözümsüzlükte direnenleri, savaş tamtamlarını çalanları af etmemenin ötesinde anlamıyor. “Bu güne değin 50 bin can ve bir trilyon kaynak yitirdik, bir 50 bin can daha mı yitirilsin, bir trilyon dolar daha mı gitsin isteniyor? Türkiye gelişsin, kalkınsın, demokratikleşsin istenmiyor mu?” diye soruyorlar. Şurası muhakkak ki umutla bekleyen bu halk, sorunu çözenleri yüreğine kazıyacak sorunun çözümüne direnenleri ise tarihin çöplüğüne süpürecektir.

Bölge insanının devlet tarafından büyük acılara maruz bırakıldığını biliyoruz. Sosyolojik olarak bu bölge insanında nasıl etki bıraktı?

Bir kere ortada 50 bin ölünün ötesinde boşaltılmış 4 bin civarında köy ve mezra var. 17 bin faili meçhul var ki bu devletin raporlarının verdiği rakamlar. İntiharlar, travmalar var. Diyarbakır Cezaevinin yaşattıklarının sebep olduğu sonuçlar var. En önemlisi yerinden yurdundan edilmiş, göç ettirilmiş 3,5 milyon civarında insan var. Bu insanlar can havliyle ve kimi zaman kurtuluş umuduyla, büyük umutlarla kentlere akın etti. Ancak kentlerde umduklarını bulamadı. Umutları kentlerin beton bariyerlerine çarparak tuzla buz oldu. İş, aş, barınma problemleri yaşadılar. Varoşlara savruldular, köylü olmaktan çıkıp kentli de olamadılar, arada kaldılar. Bu gün Türkiye’nin ister doğuda olsun ister batıda büyük kentlerin varoşlarına hakim olan bu insanî trajedidir. Bu gün bunun giderilmesi hem merkezî, hem de yerel yönetimlerin en başta gelen görevleri arasındadır.

Bölgenin acı çektiğini söyledik, peki bu acıya Türkiye’nin geneli nasıl ortak edilebilir?

Az önce belirttim. Acılar ortaktır. Gözyaşının ırkı ve rengi yoktur ve sorunu çözmeyi samimiyetle istiyorsak acılar arasında ayırım yapmamalıyız. Ayrıca bölgenin Diyarbakır, Van, Batman gibi kentlerinde yaşanan göç ve kaç hareketleri bir süre sonra Kuzey hinterlandında İstanbul, İzmit, Bursa gibi kentlere, Güney hinterlandında Adana, Mersin, Antalya gibi kentlere oldu. Ve sorunlar kılcal damarla kanın yayılması gibi bütün Türkiye’ye yayıldı. O nedenle diyorum ki eğer Van’ın, Batmanın, Diyarbakır’ın sorunlarını çözmezsek İstanbul’un, Antalya’nın ve Mersin'in sorunlarını çözemeyiz. Ve eğer bu mânâda doğu rahata ermezse batı rahat bulamaz. Çözüm de sorularda iç içe geçmiştir. Sorunlar da olduğu gibi çözümde de artık ortaklaşmanın zamanı gelmiştir.

Türkiye’de birçok kesimin zulme uğradığını biliyoruz. Devletin resmî ideolojiye sahip olması toplumun yapısı üzerinde nasıl etki bırakıyor? Bunun Kürt sorunu üzerinde etkisi nedir?

Resmî ideoloji bu sorunda resmî tarihi kullanmıştır. Resmî tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olan ve iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenmiştir. Fakat resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir, asıl amaç “resmî ideoloji” oluşturmaktır. Resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarihi oluşturmak gerekiyor. Resmî tarihi oluşturmak, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin, kolektif hafızanın yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, egemenlerin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün olur. Toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapı unsurudur; bu yüzden olsa, “İktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Çünkü hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. İşte bu gün Kürt açılımıyla yitirilen bellek canlanıyor. Üstü örtülenlerin örtüsü kalkıyor. Bu ahlayıp ohlamak ya da öç almak için değil, çözüm için gerekli. Çünkü çözümün ilk koşulu sorunu özgürce konuşabilmek ve tarihsel gerçekleri çarpıtmadan ortaya koymaktır.

Siz GAP üzerinden bölgede incelemelerde bulundunuz. Bazı insanlar Kürtlerin “Kürt sorunundan önce töre cinayetleri, ağalar, aşiretler gibi kendi sorunları var” ifadelerini nasıl yorumlamak lâzım?

Bu gibi sorunlar var, ama sorun bu gün için bunlar değil. Bunlar Kürt sorununa bağlı olarak gelişen tali sorunlar. Kürt sorunu çözülürse bunun gibi sorunlar da zamanla çözülür. Bazılarını sanayileşme, yerleşme, kitle iletişim mekanizmaları kendi iç dinamikleriyle zaman içinde çözüyor zaten. Bütün bunların içinde en önemlisi ekonomik geri kalmışlık ve yoksunluklardır. Üstelik bu ekonomik geri kalmışlık Kürtlükle bağdaştırılıp birlikte ele alınınca daha da önem kazanıyor. Bu arada geri kalmışlılıkla birbirini karşılıklı besleyen yarı feodal yapılanma sosyal değişime direnç gösterirken öte taraftan asimilasyonunu geciktiren bir paradoks içeriyor. Eğitim, sağlık gibi sektörlerdeki gerilik, kentleşme ve göç sorununda yaşanan çarpıklık sosyal bir yara olarak sadece Kürtleri değil Batının büyük kentlerinde yaşayan herkesi derinden etkiliyor.

Artık Kürt sorununda ‘deniz bitti’ diyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Belirtmeye çalıştım, resmî tarih, zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar, bir tür beraat ettiricidir. Kürtlerin yıllarca yok sayılması, “dağlı Türkler” olarak sunulması geçmişte yapılanların üstünün örtülmesi de bundandır.

Alıştık tarihçilerin genellikle galiplerin tarihini yazmasına. Son yüzyıllar, resmî ideolojinin tarihçilerinin ulus devlet hizmetinde çalışmalarının tanığıdır. Kitlelerin tek tip elbise giymesi, herkesin aynı bilinçle şartlanması istendi. Bu gerçekten ziyade yansıtılmak istenen “gerçeğe” hizmet etti. Bu da işin seyrini değiştirdi. Çünkü tarihimizin ne olduğunu geçmişimizden neleri seçip günümüze taşıdığımız, neye, niçin, nasıl baktığımızı belirliyor. Şimdi gelinen nokta da hem maddî açıdan deniz bitti, hem de tarihsel yalanların sonu geldi. Bu iletişim ve küresel çağda gerçekleri daha fazla saklamak mümkün değil. O halde artık bilimle, akılla ve objektif gerçeklerle iş görme zamanı. Bu yolda ilk adım tarihte ne olduğu kadar, toplumların tarihlerini nasıl algıladığı, nasıl ele aldığı üzerine yoğunlaşmak olabilir. Bu da bilim adamına, özellikle de nesneliğin büyük önem taşıdığı sosyal bilim alanında çalışan bilimcilere büyük sorumluluk yüklüyor.

Yeni süreçten de beklenen netice ve açılım gerçekleşmezse sonuç ne olur?

Sonuç hüsran olur. Bu aynı zamanda gelecekte muhtemel çözüm ve açılımların önünü de tıkar ve halkı umutsuzluğa sevk eder. Bir uzak doğu sözü var diyor ki, “Bir insan parasını kaybederse bir şeyini kaybeder, onurunu kaybederse çok şeyini kaybeder, umudunu kaybederse her şeyini kaybeder.” Bu konuda önemli olan umudumuzu kaybetmemektir.

Bildiğiniz gibi 1991’de Demirel “Kürt realitesini tanıyoruz” dedi, 1995’te Yılmaz ve Çiller “AB yolunun Diyarbakır’dan geçtiğini” söylediler ve Bask modelinden bahsettiler, 2005 ‘te Erdoğan “Kürt sorunu var ve bu sorun benim sorunumdur, onu daha fazla demokrasiyle çözeceğim” mealindeki sözleri de halkı heyecanlandırmıştı, ama hiçbirinin arkası gelmedi. Ama bu seferki daha başka, bu bir devlet projesi gibi düşünülmüş ve daha büyük beklenti ve umutlara yol açtı. Bunun boşa çıkmaması lâzım o yüzden herkesin bu sürece ve sorunun çözümüne katkı sunması lâzım.

Çatışmalardan beslenenler provokasyon yapabilir

Siz Ergenekon yapılanmasının bu süreci etkileyebileceği söylediniz? Hatta 33 askerin öldürülmesi gibi bir olayın ortaya çıkabileceğini…

Bu süreç sancılı bir süreç, inişleri çıkışları olabilir, ama önemli olan kesintiye uğramaması, bu bir. Bu süreci sabote etmeye çalışanlar her zaman olabilir. Çünkü bundan beslenenler var, bunların yapacağı engelleme ve provokasyonlar karşısında uyanık ve tedbirli olmak gerekir bu iki. Üçüncüsü, mevcut statükonun değişmesini istemeyen daha doğrusu kendi çıkarları doğrultusunda işlemesini isteyenler var ve bunu sağlamak için her türlü olayı yapacağı belli olan bir Ergenekon yapılanması var, bunlar son noktada bile devreye girebilir bu konuda da tedbirli olmak lâzım. Bunları da hem deşifre etmek, hem bu nev'î kesim ve olaylar karşısında önceden tedbirli olmakta fayda vardır.

Siz yaraların sarılması içinde bir enerjiye ihtiyaç duyulduğunu söylüyorsunuz. Sizce büyük tartışmalarla enerjimizi gereksiz yere mi harcıyoruz…

Çözüm öyle zor bir süreç olabilir ki uğruna verilen mücadele ona varıldıktan sonra barışı kurmak için takat bırakmayacaksa biz de o zaman o süreci nasıl inşa edeceğiz. Yani demem o ki gereksiz yere birbirimizi hırpalamaktan vazgeçmeliyiz. Savaş ve çatışma jargonuyla konuşmaktan, çözümü sabote edecek tavır ve davranışlardan kaçınmak lâzım. Amaç üzüm yemekse bağcıyı dövmek niye?

H. HÜSEYİN KEMAL

28.09.2009 yeniasya

19 Eylül 2009 Cumartesi

Vatanseverlik Fiilidir, Sözde veya Kalpte Olması Yetmez. (2)

Vatan sever nasıl olunur,dedik. Lakin önce "vatan ne demek?" manasını anlamak lazım.
Vatan, uğrunda can verilen topraklardır. İnsanların huzur içinde yaşadığı; dinini hür olarak yaşadığı, dilini özgürce konuşabildiği, adalete inandığı, fırsat eşitliği ile zenginleşmesinin önü açık olduğu yerdir. El hasıl, vatan insanların hür olarak yaşadığı yerdir.

Demek bir hürse yaşadığı yere vatanım der. Hür değilse ya vatanının hür yapmak için gayret eder veyahut hür olacağı başka vatanlar arar.

Demek hakiki vatanseverlik vatanım dediği yere hür kılmak için -gerek olsa- canını feda etmektir. Yanlız bu hürriyet sadece kendine has kılınmaz. O vatan içinde yaşayan tüm unsurların hürriyeti için mücadele etmek ve farklı din, dil ve fikirde olanların hürriyetini rencide edecek ve belki onları kıracak en ufak bir söz veya fiilden kaçınmak vatanseverliktir.
devam edecek

18 Eylül 2009 Cuma

Vatanseverlik Fiilidir, Sözde veya Kalpte Olması Yetmez. (1)

Darb-ı mesel olmuş "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz". Atalarımız ne güzel demiş.
Nasıl ki bir marangozun sanatı sözü ile değil işi ile görülür. Hem bir marangoza verdiğiniz sipariş güzel yapılmasa kalbinin temiz olmasına bakılmaz. Zararın tazmini istenir. Aynen öyle vatanseverlik dahi sözde ve kalbte değil fiilde gözükür.

Evet, vatan severlik milli maçlarda Türkiye'yi desteklemek değildir. Yada Türk olmakla gurur duymak, Türk'ü dünyaya bedel ilan etmek de. PKK'ya lanet eden slogan atmak değildir. Yada şehitler için ağlamak da...

Vatanseverlik rahat koltuğunda oturup sloganvari sözler etmek hiç değildir. Facebook'ta vatan hainlerini -güya- deşifre etmek adına hangi cenahlarca oluşturulduğu belli olmayan videoları, sözleri paylaşmak da değildir.

Bu vatanın emsalsiz değerdeki çocukları! Vicdanınızı rahatlatmaya çalışmayın. Tenbelsiniz. Rahat koltuğunuzde oturup ahkam kesmekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Vatan her taraftan taarruza uğramış. Dostunuzu düşmanınızı ayır edecek ölçünüz var mı?

Hem, hadi söyleyin bu vatan için ne yaptınız? Attığınız adım, içtiğiniz su bu vatan hesabına olmadıkça vatansever sayılmazsınız. Hak ile batılı ayırt etmek için günde kaç sayfa kitab okuyorsunuz. Yoksa hak ile batılı daima vatan haini ilan ettiğiniz medyadan öğrenmiyor musunuz?
Vatan sever olmak içtiğininiz biranın üzerindeki etiketin Çocuk Esirgeme Kurumuna gideceği için yırtmak değildir. Vatan severlik o birayı içmemek, parasını vatana vermektir.
Vicdanınızı bir sorgulayın, size hakikati anlatacaktır.

Vatansever nasıl olunur?
devam edecek...

8 Eylül 2009 Salı

Irkçılık ile Milliyetçilik Farklı Şeyler midir? (2)

Fikr-i Milliyet Nedir?
Fikr-i Milliyet ikidir. Bir kısmı ırkçılıktır ki menfidir, uğursuzdur, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğer ırklara düşmanlıkla ayakta durur, devam eder. Daima tetiktedir. Düşmanlık beslemeye ve keşmekeşe sebebtir.

Evet, menfi fikr-i milliyetin tarihte pek çok zararı görülmüştür. Dünyayı harc ü merc eden iki dünya savaşı, menfi milliyetçilik olan, ırkçılığın neticesidir. Hususan asrımızda bitmez tükenmez savaşların ekserisi ırkçılıktaki kana susamışlıktandır.
Şimdi ise, en çok birbirine muhtaç , düşmanlar akbabalar gibi üzerimize üşüşmüşken , karşılkılı ırkçılık ile birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman algılamak öyle bir felakettir ki, tarif edilmez. Adeta, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı koymak gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın, Amerikanın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara önem vermeyip, belki manen onlara yardım edip, menfi ırkçılık fikriyle doğu illerindeki vatandaşlara veya batı tarafındaki dindaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararlı ve tehlikelidir.
...
Fikr-i Milliyetin diğer kısmı müsbet olandır. Caizdir. Haktır. Güzeldir. Müsbet milliyet, toplumsal hayatın içinden gelen bir ihtiyaçtır. Yardımlaşmaya, dayanışmaya; menfaatli bir kuvvet temin eder, İslam kardeşliğini daha çok edecek bir vasıta olur.

Fikr-i Milliyet ile ileri atılan bir adam der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü, milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem(devam eden bir hayatım) var"
İşte Avrupa bu sözü biden almış ve ilerlemelerinin temel taşını oluşturmuş. Avrupa ise şu güzel düsturumuza karşılık bize "Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." iğrenç düsturunu vermiş.

Hem, o Avrupalıları bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti, himmeti(ciddi gayreti) nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
devam edecek

Irkçılık ile Milliyetçilik Farklı Şeyler midir? (1)

Evvela ırkçılığın tanımını yapmak lazımdır.
Irkçılık; bir adamın cinayetiyle, masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin(ırkının) efradını öldürmekte kendini haklı zannetmektir.
Bu tarife göre ırkçılık, mesela, devleti bölmek ve yıkmak isteyen PKK'lının ırkının Kürt olmasına binaen PKK ile alakası olmayan masum bin Kürt'e düşmanlık etmek ve PKK'nın intikamını ondan almaktır.

İşte; ırkçılık, bir cani yüzünden bin masumun hakkını çiğnemeye kendini haklı görmektir.

Hem, ırkçılık, kendi ırkına, kendi ırkından başka kimseyi dost görmemektir. Hal böyle olunca ırkçı, herkezi ırkına düşman görür.

Hem, ırkçılık, kendi ırkını üstün ve seçilmiş ırk görmektir. Bazıları haddi aşıp kendi ırkından tek ferdi cihane bedel ilan eder.

Hem, ırkçılık, kendi zürriyetine ait kemalatları sadece kendi zürriyetine yani, ırkına ait görmektir. Irkçıya göre istifade hakkı sadece ırkına aittir.

Hem, ırkçılık, kendi ırkında kusur görmemektir.

Hem ırkçılk kendi zürriyetini lider tahayyül etmektir. Oysa liderlik istenilmez, belki verilir.
Hem... hem...
Bine kadar hem diyebiliriz. Elhasıl ırkçılık başkasını yutmak ile beslenmektir.

Sual: Peki, bazı kişiler "biz ırkçı değiliz, milliyetçiyiz" diyorlar. Bu doğru mudur?

Cevab: Bir kişinin kafir olması başka küfür işlemesi başkadır. Bir kişi kafir olmadığı halde bazen küfür fiili işleyebilir. Her şeyi kendi içinde değerlendirmek lazım.

Aynen öyle, birinin ırkçı olması başka, ırkçılık yapması başkadır. Bir kişi kendini "ırkçı" olarak görmemesi bazı fiillerinin ırkçı olmadığı manasına gelmez. Fiiline ve söylemine bakılır.

Biz kimseye -kendi ilan etmediği sürece- "ırkçı" diyemeyiz. Hakkımız yoktur. Ancak, o kişinin ırkçı fiil veya sözünü "bu ırkçılktır" diyerek eleştirmek caizdir.

Suale gelirsek, kendine "Milliyetçi" diyen kişi eğer, ırkçı söylem ve fiil içinde ise kendine ne derse desin ırkçılıktır. İsmin değişmesi hakikati değiştirmez. Yaptığını mazur göstermez.

Sual: Peki esas olan nedir?

Cevab: Fikr-i Milliyettir.
Fikr-i milliyet kendi milletine ait kemalatları insanlığın hizmetine sunmaktır.
devam edecek...

4 Eylül 2009 Cuma

Irkçılık, En Büyük Tehlikedir

Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Emirdağ Lâhikası, s. 437, (yeni tanzim, s. 839)

LÜGATÇE:
istimal: kullanmak
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.
seciye-i fıtrî: Yaratılıştan var olan özellikler.
mezc: Karışma, kaynaşma, birleşme.
kabil-i tefrik: Ayrılmaya kabiliyetli, ayrılması mümkün.
tehlike-i azîm: Büyük tehlike.
müsalemet-i umumiye: Umumun selâmeti, genel barış.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Ailesi olan okusun

Her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi evidir. Eğer ahirete iman o evin mutluluğuna hükmetmezse, o aile bireylerinin herbirisi, şefkat ve sevgisi derecesinde acı endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut geçici ve asla tam tatmin vermeyen eğlenceler ve sefahetlerle aklını uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, ta görünmesin. Başını içki gibi maddelerle gaflete sokar, ta ölüm ve sevdiklerinin yok oluşunu ve sevdiklerinden bir gün ayrılacağını ve hatta sevdiklerinin her vakit çeşitli tehlikelerde gördüğü halde onları koruyamama korkusu onu görmesin. Deli gibi, kısa ve geçici acı hissini iptal için bir çare bulur. Çünkü, mesela anne, ruhunu feda ettiği evladını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve babasını ve kardeşini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlatlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı,gürültürlü, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok yönden saadetini kaybeder. Ve kısacık şu dünya hayatındaki ilişkiler ve yakınlık dahi, hakiki sadakati ve samimi ihlası ve ard niyetsiz, kinsiz ve hatta çıkarsız bir hizmeti ve sevgiyi vermez. Ahlak o nisbette küçülür, belki söner. Sorumluluk duygusu iptal olur. Koca karısına, karı eşine; kardeş kardeşe, anne ve baba evladına, evlad ana-babasına sorumluluğunu görmezden gelir. Yutar. Kafasını sorumsuzluk kumuna gömer. Ailesine karşı sorumluluğunu düşünmek istemez. Düşünmediği vakit o sorumluluk ortadan kalksın ister. Nefsi hep bahane bulur, kendini haklı görmek ister. Çocuklar gibi traji-komik bahanelerle ailesine sorumluluğunu yerine getirmememenin suçunu başkasına atar.
Eğer ahirete İman o eve girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki ilişki ve şefkat ve yakınlık ve sevgi, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki ahiret evinde, ebedi saadette dahi o ilişkilerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlak yükseklenir. Hakiki insana layık saadet o evde parlamaya başlar. Çünkü ahirete iman eden kişi bilir ki; eşi ve evladı sadece bu dünya imtihangahında geçici emanetler değil , sonsuz hayatta her türlü zevk ve lezzeti beraberce yaşayacağı nimetler ve emanetlerdir. Bunu bilir ve sorumluluğunu ifa eder. Ailesinin mutluluğunu kendi keyf ve mutluluğunun önüne koyar. Ailesinin rızkını içkiye kumara sarf etmez, sefih arkadaşları ile heba etmez. Bilir ki helal dairesi geniştir keyfe kafidir. Haram girmez ve ailesini harama sokmaz. Evladı ile oyun oynamayı ve eşi ile beraberce keyf etmeyi en güzel sinema filminden daha yüksek, yüce ve keyifli görür. O ev cennet bahçelerinden bir bahçeye döner.

Heyhat! Bir eve ahirete iman girse vaziyet nasıldır? Kendi bir dirhem keyfi için ailesine hayatı zindan edenin hali nasıldır? Üstelik bu gibi gafilleri bir dinle hep haklı oldukları iddiasını duyacaksın. Sinek kanadı kadar önemi olmayan meseleleri nasıl büyütüp hem kendine hem ailesine dünyayı nasıl zından ettiklerini göreceksin.

Keyfinden Başka Düşünmediği Halde Vatanseverlik Taslayanlar!

Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet(koruma çabası ve arzusu), fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz(kin), menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık(sadece kendisi için endişelenme), tasannu(yapmacıklık), riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî(görünürde) âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler(güçlüler) zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.
Asa-ı Musa

13 Ağustos 2009 Perşembe

Said Nursi'nin Türkler Hakkında Söyledikleri

Bu yazıyı okuduğunuzda Said Nursi hakkında atılan Türk Düşmanı olduğu iftiralarını daha iyi anlayacak ve Yakın Tarih bilgilerininiz gözden geçirmek isteyeceksiniz.

1)Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz.

Risale-i Nur- Tarihçe-i Hayat
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=4217&a=t%FCrk

2)Evet, altı yüz sene, belki Abbasiler zamanından beri, yani bin seneden beri Kur'an-ı Hakîmin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk milletini, bu vatan evlatlarını, İslamiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyor

Risale-i Nur/ Tarihçe-i Hayat
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=4219&a=t%FCrk

3)Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husûmette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.

Risale-i Nur/ Divan-ı Harb-i Örfi
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=5035&a=t%FCrk

4)Benim gibi, pek ciddî bir muhabbetle Türk milletini seven ve Kur'an'ın senasına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pekçok takdir eden ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur'an'ın bayraktarı olan bu millete karşı gayet şiddetli taraftar bulunan ve bin Türkün şehadetiyle, bin milliyetçi Türkçüler kadar Türk milletine bilfiil hizmet eden

Risale-i Nur/ Tarihçe-i Hayat

5)Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.

Risale-i Nur/ Mektubat- 26. Mektub
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=1016&a=t%FCrk

6)Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.

Mektubat 29. Mektub
http://www.risaleara.com/oku.asp?a=t%FCrk&id=1112

7)ve binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle, dindar, müttakî bir Türkü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur'ân'ın bayraktarı ve senâ-i Kur'âniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için "O Kürttür, siz Türksünüz, o Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz" deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması

Risale-i Nur/ Şualar- 14. Şua
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=1965&a=t%FCrk

8)Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkikî İmân kuvvetiyle, vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki, bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakikî bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız.

Şualar- 14. Şua
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=2107&a=t%FCrk

9)Hem ben bu memlekette Hulûsi, Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, Refet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi-otuz Müslüman Türk gençlerini adeta yirmi-otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmetle göstermişim.
Evet, ben bin gafil ve âmi Kürdü, bir Türk olan Hulûsi'ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürdü, birer Türk olan Âsım ve Refet'e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Hüsrev'i bin âmi Kürtle değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvâlime muttali olanlar tasdik ettikleri halde, frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyetperverlik suretinde ve hodfuruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki, ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi binler Türk şahittirler. İşte bana Kürt diyen ve itham eden, zahir hamiyetperverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.

Risale-i Nur/ Barla Lahikası- Yirmi Altıncı Mektubun İkinci Mebhasinin Ahiridir
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=3170&a=t%FCrk

10)Evet, herbiri yüze mukabil binler Türk gençleri, masumları, ihtiyarları, Risale-i Nur a şakirt olmalarından, bu acip asırda, Türk Milletinin Devlet-i Abbasiye inkırazından İslam yardımına koşmaları gibi, bu şakirtler dahi aynen koştular. Değil yalnız Said, belki bütün ehl-i hakikat tahsin eder, Türk e dost olur.

Risale-i Nur/ Emirdağ Lahikası
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=3558&a=t%FCrk

11)İşte biz de, bilirkişi ismini alıp bu suikast vesikasını imza edenlere soruyoruz:
Bu millet, hâşâ, dinsiz midir? Bu millet yüzyıllar boyunca dinden ve imandan (hâşâ) mahrum bir vaziyette en sefih millet midir? Bu millet ve bu milletin parlak tarihini altınla yaldızlayan bir ecdad, bütün hayatlarını dünyaya sefahet ve dalâlet dağıtan küfür yolu üzerinde mi yürümüşler? İstanbul'u fetihle dünya hayatında yeni bir devir açan, şarka garba Kur'ân'ın bayraktarlığı vazifesiyle nur-u hidayet, ilim ve fazilet saçan, Avrupa'ya hakikî medeniyeti ders veren ve İslâmî medeniyetin ziyasıyla beşeriyeti aydınlatan ve kos koca bir tarih, onların kahramanlığıyla dolu olan Yıldırım'lar, Fatih'ler, Selim'ler ve Süleyman'lar ve onların mensup olduğu bir millet, yazdığının tamamen aksine olarak, mâneviyatı sönmüş, dinden haberi yok, İslâmiyeti neşreden başka millet, o kumandanlar başka bir milletin tarihinde, tarih yalan söylüyor, Türkler İslâmiyetin kahramanı olarak Kur'ân'ın bayraktarlığını bütün milletler üstünde bir şeref tacı olarak taşıdıkları yalandır, öyle mi?

Risale-i Nur/ Emirdağ Lahikası

12)Bin seneden beri İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâmın adâvetini izâle etmek, Türkler yine eskisi gibi İslâmiyetin kahramanıdırlar kanaatini verdirmektir.

Risale-i Nur/ Emirdağ Lahikası
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=3835&a=t%FCrk

13)İslamiyetin kahraman ordusu olan Türkler...

Risale-i Nur/ Tarihçe-i Hayat
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=4166&a=t%FCrk

14)Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman'ı Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: öYaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem, diye hem cevab-ı red vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.

Risale-i nur/Beyanat ve Tenvireler
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=5722&a=t%FCrk

Bir dahaki yazıda Said Nursi'nin Türklere hizmeti ve Türkleri hangi tehlikeler karşısında uyardığını öğreneceğiz, inşaallah.

Üstad'ın Türkler Hakkında Söyledikleri

Suâl: "Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? Zîrâ hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır."

1911'de Kürd aşiretleri Said Nursi'ye bu soruyu sormuşlar. Cevaben şöye demiş.

Cevap: Meşrutiyet(Demokrasi ve Cumhuriyet) hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin (genele ait fikirimizin) misâl-i mücessemi olan mebusân(milletvekilleri) hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz(şikayet ediniz); her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.

Böylece uzunce bir cevab veriyor ve cevabın sonuda şu manidar cümleyi serd ediyor: Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.

Aynı münazarada Kürdler Said Nursi'den açık konuşmasını isteyince şöyle demiştir: Emin olunuz, biz Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız(sosyal hayatımız) Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder(doğar).
Yani Kürdleri uyararak diyor "mutlu olmak istiyorsanız Türklerin mutluluğu ve devamı için çalışınız"

Evet bu sözler Türk ve Kürdlerin zındıklar tarafından birbirine karşı kışkırtılmaya başlandığı döneme tesadüf eder. 1911'de Meşrutiyeti Kürdelere anlatmak için dağ dağ gezen Said Nursi o dönemdeki siyasi ve içtimai olayları çok iyi tahlil ederek Kürdleri uyarır. Onlara ders verir ve Türk ile ittifaka mecbur olduklarını anlatır. Bölücülük yapmamaları için uyarır. Bunun neticesinde isyana hazır pek çok Kürd niyetinden vazgeçer. Kardeş kanına sebep olacak Kürd- türk savaşı engellenmiş olur. Daha ilerde münferid bazı Kürdlerin ayaklanmları haricinde Said Nursi yaşadığı sürece Kürdler Türkiyeye kalkışmaz.
Bu konuşmları 1911 'de yazılan Münazarat Risalesinde bulabilirsiniz.
Devam edeceğiz inşaallah.

11 Ağustos 2009 Salı

Siyaseti Tedavi Etmek

Bir hastalıkta, bir problemde üç mertebe vardır. Birincisi, problemi görmek. İkincisi, teşhis koymak. Üçüncüsü tedavidir.
Ekseri olarak aydınlarımız problemi gösterir ve teşhis koyar. Lakin, tedavisi için lazım ilacı gösteren çok azdır.Teşhis tek başına tedavi unsuru olmadığı için tedavi mümkün olmaz ve problem büyür. İşte memleketimizde yığılan problemlerin temel sebebi bu küçük kaidenin usulüne uygun istimal edilmemesindedir.

Mesela, umum memleketimizin siyasi yapısından memnun değildir. Bu siyasi yapı münakaşaya, ayrılığa sebeb olmaktadır. İşte problemi gördük.

Peki, siyasi yapının mahiyeti nasıldır ki münakaşaya ve ayrılığa sebeb oluyor? Teşhis koyalım.
Birinci teşhis:
Bir bahçe düşünün, umum halk içine davet ediliyoruz. Bahçeden istifade hürriyeti veriliyor. Lakin,bahçeye bir zarar olur endişesi ile halk daima baskıya maruz bırakılıyor. Böyle yapmak acaba biçare halka bir eziyet olmaz mı? Biçareleri ateşe atmak için bir plan değil midir?
İşte, o bahçe hürriyet ve demokrasi ve laiklik manasında Cumhuriyettir. Herkez Cumhuriyete yemin ediyor. Ancak kendi muhalefet etse yemin kefareti lazım olmaz mı? Yani, halka deniliyor, dilediğin gibi hür yaşa. İbadet ve inanç özgürlüğüne sahipsin. Sonra çıkıp diyorlar "Ama, inancın böyle böyle olsun." Hatta bir kısmı ileri gidiyor "senin inancında başörtüsü yoktur. Madem sen başörtüsü takıyorsun, demek niyetin Cumhuriyeti yıkmaktır." Hatta bir kısmı daha ileri gidip " sen inancını özgürce yaşmak istemekle aslında bizim hürriyetimize vurumak niyetindesin", Buna Cumhuriyet denir mi? Peki, böyle yapanlar ettikleri ve kendileri bozdukları Cumhuriyet yeminine kefaret vermesi gerekmez mi?

İkinci teşhis ise şöyle olmak lazımdır:

Umum halk Cumhuriyet bahçesine davet ediliyor. Dilediği gibi istifade etmesi ve dilediğince yaşaması vaad ediliyor. Biçare halk inanarak bahçeye giriyor. Bahçede kıstırılan halka deniyor ki; işte sana dört kişi, işte sana ölçü; bunlardan birini seç.
Halkın seçeceği kişileri seçmek nasıl Cumhuriyet olur?

İşte o dört kişiden kasıt şudur.
Halkçılar
Milliyetçiler
Siyasal İslamcılar
Demokratlar

Sen hangisini seçsen o baskıcıların istediğini seçmiş oluyorsun. Ki onlar kendi bir kuruş çıkarları için halkın bin lira zararına razı oluyorlar. Halkın iktidara getirdiği hangi parti olsa onlara ait olduğu için iktidar hep onlardadır.
Peki bunu nasıl sağlıyorlar? Halka kendi ölçülerini vererek. Bunun için her iktidarları kendi medyasını kuruyor. Böylece halk oy verirken yine o müstebit zalimlerin istediğini seçmiş oluyor.
Peki verdikleri ölçü nedir? Teşhisini koyalım.
Ölçü, halkın değerlerini siyasete emanet ettirmektir.. Mesela, halka din duygularını ve dini hamiyetini din adına ortaya atılan Siyasal İslam paritlerine emanet etirliyor. Diğer tarafa yine halkın değeri olan Türk ve Kürd'ü siyasetine alet eden Milliyetçi partiler ve yine halkın değerinden olan Atatürk gibi şahsiyetleri siyasete alet eden partiler konuluyor. Siyasi tarafgirlik ve çekişme ile halk her partinin savunduğu değer kendisine ait iken düşman oluyor.
Hal böyle olunca, iktidara hangi parti gelse diğer halk değerini savuna parti taraftarlarını kışkırtmakla bir kaos, bir münakaşa ortamı oluşturuyor. İşte bundan beselenen kendilerinin bahçenin sahibi ilan eden o müstebitlerdir.
Peki bundan zarar gören kimdir? Halk ve değerleridir. Şöyle bir bakın: Dine en çok zarar din adına çıkan partilerce olmuştur. Erbakan hiç yoktan "benim başörtülü kızım üniversiteye girince rektör ayağa kalkacak" demese idi yasak olur muydu? Peki o sözü ona dedirten, sipariş eden kimdi? Yasağı başlatanlar kimdi? Hep o kendini cumhuriyet bahçesinin sahibi ilan eden değil mi?
Peki, Türk'e en çok zarar veren Kürdçü partiler mi yoksa Türkçü partiler mi? Kürde en çok zarar veren Türkçü partiler mi, Kürtçü partiler mi? Kendini bahçe sahiplerine teslim eden halkçı parti zihnyeti Atatürk'ü halkın değerlerine düşman gibi göstermekle ne yapmak ister? Atatürk'ü halka düşman edeceğini bile bile niye böyle hareket eder?

Bir husus daha varki şöyledir: Denecek ki, ama her iktidara gelen kendi adamları ile kadrolaşıyor. Hem madem her parti aynıdır niye kendi yandaşlarını iktidar partisine karşı kışkırtıyor.

Tek cevap vardır: Kendi kurdukları sistemin devamı için bu onlarca farzdır.

Daha pek çok teşhis konulabilir. Kısa keselim. Tedaviye geçelim.

Peki tedavi nasıl olacak? Reçetesi nasıldır?

Madem kendini Cumhuriyet Bahçesinin sahibi ilan edenler halkın değerlerini siyasete alet ettirmekle halka kendi ölçülerini dayatmakla, kendi istediği gibi idare ediyor ve madem gücünü halktan alıyorlar o gücü kesmek lazım. O gücü kesmek filan partinin iktidarda olmasını sağlamak ile olmaz. Çünkü, öyle bir sistem kurmuşlar ki hangi parti iktidar olsalar bu sistem içinde onların kölesi olacaklar. Kişilerin hiç bir zaman önemi olmamıştır. Kim gelse ya onlara hizmetkar olacak yada muhalefete düşecek , belki ölüdürlecek.
O zaman yapılacak şey halka siyasetin ne demek olduğunu anlatmak ve kendi değerlerini siyasetçilerin elinden kurtarıp kendi sahiplendirmektir.

Köylünün malı koyundur. Acaba köylüler bir çoban tutup en değerli malı olan koyunu ona teslim etse mi daha iyidir, yoksa her biri çoban olup sürünün başına geçse mi daha iyidir? İşte bizim değerli malımız dinimizdir, ırkımızdır, Atatürktür vesairedir. O zaman her birimiz her bir değerimize sahip çıkacağız. Değerlerimiz siyasetçilrin elinde oyuncak olmadığı için her fikir,ideoloji, inanç, ırk sahibi kendini güvende hissedecek ve kendi gibi inanmayana bir hürriyet verdiği takdirde o hürriyetin kendi inancına tecavüze sebeb olacağını düşünmeyeceketir. Zira, hür olan başkasının hürriyyetine ilişmez. Siyasiyunlarca tehlikede diye kışkırtılmayan hürriyet hiç kimseye zarar vermez.
Diğer bir husus şudur: Halka siyasetin dünya işlerini düzenleme sanatı olduğunu izah etmektir. Böylece siyasetçiden ne isteyeceğini bilir.
Bakınız, seçimlerde Erdoğandan istediler ki Baykala ağzının payını versin. Baykaldan da aynısını istediler. Halkın istediğini yaptılar. Hiç bir vaad ve icraat yapmadan kim daha iyi ağız payı verdi ise ona oy verdi.
Peki oy veren dedi mi? Ben senden ekonomi politikası geliştirmeni istiyorum, tarım sorunlarını çöz, turizmi canlandır, asayişi sağla.... Hayır hiç kimse böyle istemedi.
Elbette iktidarda olan iktidarını korumak için halk ne istiyorsa onu yaptı. Kömür dağıttı, para dağıttı, Baykala ağzının payını verdi.
Evet tedavi budur: Halk kendi değerlerini siyasiyunların elinden alıp kendi sahip çıkacak, böylece değerlere siyaset karışmadığı için tarafgirlik olmayacak. Tarafgirlik olmadığı vakit halk kendi fikrinin, inancının, ideolojisinin, milletinin, adamının tehlikede olduğunu düşünmeyecek, çatışma çıkmayacak.
Hem halk siyasetçilerin dünya işlerini düzenlemek için seçilmiş hizmetkarları olduğunu bilecek ve onlardan politika geliştirmelerini isteyecek.

Böylece o müstebitlerin halktan aldıkları gücü kesilecek.
devam ederiz inşaallah

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Kıyametin Kopmasına Sebep Olmayınız!

Kıyamet neden kopacak? Bu suale cevap verecek olsanız ne derdiniz?
Şöyle diyeceksiniz: Deccal gelecek, dünyayı fitne ve fesata boğacak, insanlar yoldan çıkacak ve bu sebeble kıyamet kopacak.

Evet, doğru. Lakin, eksik.
Kıyamet deccalin fitnesi ile umum insanın günaha ve isyana ve şirke ve hatta küfre girmesi ile kopmayacak. Deccalin fitnesiden doğan günah, isyan, şirk ve küfrün Müslümanlarca normal karşılanır olması ve hatta taklid edilmesi sebebi ile yoldan çıkması ile kopacak.

İşte, bakınız bir ayyaş sokakta içki içiyor. Müslümanlar ise bu hale tepkisiz. Normal karşılıyor.
Resmi kumar ile aileler sönüyor, ocaklar kararıyor, Müslümanlar tepkisiz.

Televiziyonlarda her türlü sapıklık normal gösteriliyor. Müslüman onu seyrederek diyor "Aman, n'olacak alt tarafı film."

İslam'ın değerlerine saldırılıyor, alay ediyor, Müslümanlar bunu seyredip gülüyor.

Aynı partiyi tutuğumuz kişi, muarız olduğu diğer partiye tepkisi dine saldırarak gösteriyor. Müslüman, diğer partiye kini sebebi ile , o partiye vurmak bahanesi ile partisince ve partililerce İslam'a saldırılmasına göz yumuyor.

Bakınız, bir hanım boynunu ve göğsünü açık eden bir t-short giyiyor, tepki olmaması bir tarafa, dindar olanlar dahi taklide başlamış.
Geçen gün gördüm; oldukça dindar ve ehl-i tarik bir hanım halı yıkıyor ve aynı ehl-i dünya hanımlar gibi göğsünü ve boynunu açık etmiş. Başı ise hala bağlı. Çok üzücü.
Açık saçıklık normal karşılanır olmuş Hayret, Allah bu asırda hükmünü mü değiştirdi? Kadına emredilen tesettür artık iptal mi oldu. Vahiy mi geldi?

Hanımlar kapı önünü süpürürken eskide buna özel kıyafet giyilirdi. Şimdi göğsünü açık eden kıyafet giyiyor ve eğildiği vakit eli ile kapatmaya dahi tenezzül etmiyor. Adete diyorlar "normal bir şey, artık herkez yapıyor" Hatta, fıtratına muhalefet ederek bakışlardan rahatsız olmak yerinde hoşuna geliyor.

Medya adeta onlara demiş "evladınızın süt emdiği memeniz gözükmesin, göğüs normal."
Bu nasıl bir dalalet?
Kadını yuvlarrından çıkarma komiteleri kadının fıtratına derce edilen güzelliğini gösterme arzusunu tahrik ederek, bütün bütün soydu. Müslümanlar ise bu fitne ile mücadeleye mükellefken, fitne içine severek ve istiyerek giriyor.
Bu nasıl bir Müslümanlıktır.

Malesef görülüyor ki en dindar olan cenahlar bile bu dalalet rüzgarına kapılmış, imanın en düşük mertebesi olan "Allah için buğz etme" dahi ortadan kalkmış.

İslam taraf olmaktır. İslam tarafında olamayanlara sözüm yok. Lakin, Müslümanlar şunu bilmelidir ki; bu dünyanın yaratılma sebebi Mü'min Müslümanlardır. Ayakta tutulma sebebi de onlardır. Sizler, ehl-i dünyayı taklid ettikçe İslam'dan uzaklaşırsınız. Nasıl ki, bir elektirikli süpürge artık vazifesini ifa etmediği vakit, kırılıp çöpe atılır, siz vazifenizi ihmal etseniz, dünya Allah'ın gayesinin dışına çıktığı için başınızla beraber kırılır.

Allah dünya imtihangahını Hizbullah ile Hizbüşşeytan arasında bir mübareze ve mücahede kapısı olarak yarattı. Demek iki asker var, ya Allah'ın askeri, yani Müslüman olursunuz, ya şeytanın askeri olursunuz.

Tercihinizi yapınız. Kıyametin kopmasına sebeb olursanız hesabını veremeyeceksiniz. Hem evlatlarınızı, hem kendinizi; hem dünyanızı, hem ahiretinizi ateşe atmayınız.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Meşrutiyet (Demokrasi ve Cumhuriyet) Nedir?

İşte, meşrûtiyet
Ve işlerde onlarla istişare et. (Al-i İmran Sûresi: 159)
Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şura Sûresi: 38)

âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer'iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes(yeter), siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya'nın tâliini açacaktır.

Münazarat- Said Nursi

istişare: Bir meselede birine danışma
tecelli: yansıma, görünme
meşveret-i şer'iye:şeriata ait meşveret, dine uygun yapılan meşveret
vücud-u nurani: parlak aydınlanmış vücud
marifet: bilgi
eşvek: şevkler, arzular
hissyat-ı aliye: yüce hisler
tali:kısmet

7 Ağustos 2009 Cuma

Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

Sual: Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.
Benî beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de muvazenesiz, muhakemesiz mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına dokundurmakla, tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir. Münazarat

meşrutiyet: demokrasi
Teşviş:karıştırma, bulandırma
taht-ı riyaset: Liderliği, reisiliği, başkanlığı altında
menba-ı saddet: mutluluk kaynağı
Benî beşer: insanlar
intisab: bağlanma
tavâif-i mülûk: memleketin parçalanması
mukaddeme: başlangıç
muhtariyet: özerklik
istibdad-ı mutlak: tam diktatörlük
gayr-ı mâkul:akıl dışı
istirahat-i umumiye: genelin rahatı, istirahatı
teşeffi: rahatlama, yüreği soğuma, öç alma
ızrar-ınas: insanlara zarar verme
muvazenesiz: ölçüsüz
muhakemesiz: akıl yürütemeyen
meyl-i intikam: intikam meyli, arzusu
garaz-ı şahsîsi: kişisel kin
teşeffi: rahatlama, öç alarak rahatlama

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Hürriyeti Nedir?

İnsanı hayvandan ayıran vasıf "düşünme" "akletme" kabiliyetidir. İster köle olsun, ister efendi; ister fakir, ister zengin; ister işçi, ister sermaye; ister Türk, ister Kürt; ister dindar ister ateist nasıl sınıflandırırsanız sınıflandırın, hangi ideoloji ve unsur ve tabakada olursa olsun her insan düşünür, fikrine göre yaşamak ister.

Madem her insan fikreder ve fikrince ve dilendiğince yaşamak ister; demek kaç insan varsa o kadar fikir vardır ve her birinin dilediğince yaşama hakkı vardır. Demek hürriyet mecburdur, fıtridir.
Peki, hürriyeti nedir? Sınırı var mıdır?

Evvela fikirde sınır yoktur. Lakin, amelde sınır vardır. Hürriyet, kişinin kendisine ve başkasına zarar vermediği sürece meşru daire içinde -kanun ve kaidelere uygun olarak- dilediği gibi şahane yaşamasıdır ve dilediğine inanmasıdır.

Meşru daire içinde hiç kimsenin hususi hayatına müdahale edilemez. Fikrine sınır konulamaz.
Ameli başkasına zarar vermiyorsa ve ancak kendine zararı varsa doğrudan müdahale edilemez. Dolaylı olarak edilebilir. Mesela; kimseye zarar vermeden kanunlarca ayrılmış yerde içki içen birini içki içmesine müdahale edilemez. Ancak kanun koyucu tıbben ve ahlaken zararlı olan içkinin temin edilmesini güçleştirebilir. Reklamını yasaklar. İçki içenlere psikolojik destek verir. Kendine zarar vermesi engellenir.

Fikire gelirsek: Hürriyette meselelerinde en çok tartışılan mesele budur.

Başta dediğimiz gibi her insan fikir sahibidir. Fikire yasak koymak insana "hayvan ol" demek gibi bir hezeyandır.

Bazı fikirlerden nefret etsek de öyledir.

Evet, fikirlerden nefret etmek hakkına sahibiz. Hatta fikirlerle mücadele etme hakkına da sahibiz. Hiç kimse bir fikir ile mücadeleyi engelleyemez.

Mesela, bir dindar kominizmi sevmez. Kominizm fikrinin batıl olduğunu ıspat etmek için mücadele eder. Diyebilir; "kominizm , insan fıtratına muhaliftir"

Lakin,burda ince bir husus vardır. Kominizm ile mücadele eden kişi, koministin kendi fikrini savunma ve ıspat ve propoganda hakkına dokunmayacak. Onun kendi ideolojisine uygun yaşamasına ve bu arzusuna mani olmayacak bilakis -fikrinden nefret etse bile- hürriyetine destek olacaktır. Yoksa kominizim ile mücadele istibdat haline dönüşür. Zulümdür.

Keza, kominist İslam'ın fikirlerini beğenmeyebilir. Bir fikrini ve kaidesini eleştirebilir. Ancak, eleştiriye cevap hakkı vermelidir. Eleştirdiği kişinin kendini ve fikrini izah etmesine fırsat vermelidir.

İşte hürriyet budur ve bu hürriyeti sağlayacak yegane sistem Demokrasidir.

Malesef, insanlar hür olmak için mücadele etmenin başkasının köle olması ile mümkün olacağını zannediyorlar. Kendi fikrini yaşatmak, kabul etirmek için "güçlü olan haklıdır" düsturu ile azim bir zulme sebep oluyorlar. Güya kendi ideolojisini, fikrini korumak adına maddi güce prim veriyorlar.

Asrımızın en büyük bir hastalığı da budur: Şöyle ki; her bir ideoloji sahibi sair ideolojileri ve mücadeleyi bölücülük ile yaftalamaktadır. diğer ideolojinin her biri işi ard niyetli olarak propoganda edilmekte ve insanlığı bir kaosa süreklemektedirler.
devam edecek

31 Temmuz 2009 Cuma

Farklı Dünya

Makro alem ; içerisinde duyularımızla alışveriş yapabildiğimiz , temel fizik prensiplerinin işletildiği ve zaman zaman bizim algı dünyamızca monoton bir hale bürünebilen bir alem...Hakim isminin her yerde göze çarptığı , her işinde maslahat ve faidelerin gözetilip işlerin intizam ve ölçü ile görüldüğü bu alemde , nizamı sağlamak için eşyanın , sebep sonuç çerçevesinde yaratıldığı ve tedricen tekamül ettirildiğini müşahede ediyoruz. Bu alemde hakim ismi gereği doğumlar , ölümler , rızıklar hep ölçü ile olup sakinleri türlü türlü kayıtlarla kuşatılmıştır. Mesela aynı anda iki yerde olamaz insan ve kuşun F16 jet hızında uçtuğuda görülemez.Yaratıcı Hakim ismi gereği bu alemde herşeye belli oranlarda belli kayıtlar koymuş. İyi kide koymuş ki dünya halen içerisinde yaşanılır bir halde döndürülüp götürülüyorsa buna borçludur.

İşte biz dünyalılar , 20.. yüzyıla kadar monoton bir şekilde mezkur düzende yaşayıp giderken , ' 'görmek ve görülmek isteyen ', bizlere hiç görmediğimiz bir alemin kapılarını açarak hiç görülmediği bir yerden bizim O ' nu görmemizi istedi . Bu zamana kadar biz insanlar tarafından ne gözlerin gördüğü ne kulakların işittiği cennet misal bu aleme bilim adamları mikro alem dediler.


Mikro alem ; atomların , kuarkların dünyası olan bu aleme girdiğimizde neredeyse kendimizi Alice harikalar diyarında buluyoruz. Bu sihirli dünya bizim tüm yargılarımızı ve algılarımızı alt üst eden bir yapıya sahip. Bu garip alem , çarklarının , müteselsil silsilerlerle tedricen döndüğü bir dünya hayatına alışan insanların başlarını döndürmekle kalmayıp determinist bir anlayışla eşyayı yorumlayan materyalist bilim adamlarının da ağzına şamar vuruyor. Zira bu diyarın bir sakini aynı anda milyonlarca yerde bulunabiliyor kendisinden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki bir arkadaşı ile haberleşiyor ve hakeza ... Kuantum dünyasını anlatan makaleleri okudukça ağızlarımız açık gözlerimiz fal taşı kesiliyor. İşte büyüklük , sonsuzluk manalarına gelen Azamet sıfatının belkide bir arşı olan mikro alem , Allah ' ın sınır ve kayıtlardan nasıl münezzeh olduğunu ve O ' nu sebep sonuç ilişkisine bakarak dar zihinlerinde "mûcib-i bizzat yerine koyanların nedenli hata ettiğini anlamamıza yardımcı oluyor

Rakamlara , ölçülere sığışmayacak nihayetsizliklerin diyarı olan mikro alem , aslında büyüklüğü ve sonsuzluğu cihetiyle makro boyutunu gözler önüne seriyor. Adetlerin ve rakamların satırlara sığamadığı böyle muazzam büyüklükteki bir alemin , kendisinden çok daha dar, kayıtlı bir aleme yerleştirilmesi ise işin Allahuekber dedirten başka bir yönü.Bediüzzaman Said Nursi bu hayretengiz yapıya " Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. " şeklinde dikkat çekmiştir. Zira sarayın içinde bir şehir ve şehrin içinde bir memleket bulunması bizim muhayyilelerimize göre ters düşüyor. Zira biz alem içinde bir memleket , memleket içinde bir şehir ve şehir içinde bir saray görmeye alışmışızdır. İşte eserinde mezkur tenakuzu zikir ile , içinde yaşadığımız bu aleme , çok daha büyük ve kalabalık alemlerin derc edildiğine işaret ediyor.

Allah ' ın azameti yanlız mikro alemlere tecelli etmemiş şüphesiz.Zira böyle olması yani Azametinin , tecelli itibariyle mukayyed olması onu mahiyeti iitibariyle zıddıyla muttasıf kılar ki bu da imkansızdır. İnsanın deruni mahiyetini oluşturan hasletlerini incelediğimizde de nihayetsizliklerle dolu bir alem karşımıza çıkıyor.
Zira insan nihayetsiz muhabbet edebilen bir kalp ve bahçesinde ki ağacın meyvesinden cennetteki meyveleri yemeye kadar sonsuz istek ve emelleri barındıran hatta kuvvelerinin müstaid olması itibariyle nihayetsiz zulümler dahi işleyebilen bir mevcuddur. Vaktiyle onlardan birisinin ( a.s.m ) , Varlığı sonsuz olan Bir Zat ' la bile görüşebilmiş olması insanında nihayetsizliğine bir delil değil midir ?
Fakat insan , mezkur mahiyeti ve enfusi alemi itibariyle azamete ayna yaratılmışken ; ef'al ,etvar ve akval bakımından yani zahiri haliyle de şeriat kanunları ile kayıt altına alınmıştır. Bu yönü ilede hikmete ayna olmuştur.

İşte birbirinden farklı dünyalar , mikro alem ve insanın deruni dünyasına karşı makro alem ve insanın zahiri yönü .Bir alemde azamet diğerinde hikmet...
Kuran-ı Kerimde pek çok kez hikmet ve azamet sahibi olduğunu vurgulayan Allah bu iki ismi pek çok yerde beraber kullanmakla, birbiriyle grift olan zahir ve batın alemlere ve bu alemlerde tecelli eden isimlerinin tefekkürüne nazar-ı dikkati çekiyor olsa gerek.


Gülşah Gürbüz 30/07/2009

5 Temmuz 2009 Pazar

Dün Düşmanlarının Çelişkileri-1 (düzenlenmiş)

Şöyle bir dünyanıza bir bakın. İnsanların çoğu gaflet içinde. Kıyametin kopmasına hiç bir sebep olmasa şu insanların dünyayı kirletmesi ve israfı dünyalarını onların başına yıkacak.

Bakın bir hiç uğruna, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan dünya malı için edilen şu zulümlere, dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdi.

Bakın şu kapitalist zihniyete, nasıl serveti birkaç kişiye topluyor ve bakın şu kapitalizme üretim toplumunu nasıl tüketim toplumuna çevirdi. Sermayeyi nasıl işçiye düşman yaptı. Ya efendisin ya köle dusturunu insanın eline verip insanlığı girdapa sürdü. Zaruret silahı ile şefkat ve merhameti ortadan kaldırdı.

Hem bak, nasıl gelecek nesillerin güvencesi, ahlaklı çocukları yetiştiren annelerin ihtiyaçlarını artırıp para uğruna onları yuvalarından çıkardılar. Lüks hayat uğruna ahlaklarını terk edip ahlaksız çocukların anneleri oldular. Şefkat kahramanı iken nasıl canavara çevirdiler. Öyle anneleri dinleyin, evladının hıyanetininden nasıl şikayet ettiğini duyacaksınız.

Bakın şu kominizme; işçi hakları ve -kendi taptıkları doğa kuralına aykırı olarak- mutlak eşitlik zırvasına insanlığın fıtratını bozdular, adaletsizliğe sebep oldular. Özgürlük, diye gençlere gayr-ı meşru zevki ve eğlenceyi sundular. Özgürlüğe, anarşi ve sorumsuzluk elbisesi giydirdiler. Aileyi tar u mar ettiler.

Hem işçi hakkı, diye nasıl sermayeye düşman olup nifak çıkardılar. Kadını eşitlik namına nasıl sahipsiz bırakıp cinsi bir mal haline getirdiler. Fıtri giysisini çıkarıp hayvani bir elbiseyi sundular. Sonra sözde düşman oldukları kapitalizmin kucağına atıp kerhanelere attılar, mafya babalarının kölesi ettiler, patronların hizmetkarı eylediler. Hem onları ponpon kız kılığına sokup soytarı yaptılar. Adını da "kadın erkek eşitliği ve özgürlük" olarak değiştirdiler.

Cehaletlerinden "İslam kadını köle etmiş" zannederek güya düzeltmek-isyan etmek adına kadınlara hakkını vermek safsatası ile sokağa salıp köle gibi çalıştırdılar, geçim derdi erkeğe bir sorumluluk iken kadını o derde sokup zalim dünyanın hain boğuşmalarına mecbur ettiler. Kadının zayıf omuzlarına dünyayı yüklediler. İslam'ın kadına "evinde otur, çalşmak ve yük çekmek zorunda değilsin, kralileçe gibi baş tacısın, hizmetkar değil, hizmet edilensin" dediğini anlamak istemediler. Kadınlarını eskilerin adeti ile köle yapıp buna din hakkı ve emri diyen cahillerin işine "din" adını koydular, koymak istediler.

Bakın şu hümanistlere; "insanlık ne çekti ise dinden çekti" iddiası ile semavi dinleri ortadan kaldırıp insanlığa hürriyeti vermek adına onların imanlarını söküp atma gayesi ile sevgi elbisesi giymiş bir yılanı insanlığa armağan ettiler. Oysa sevgiyi insanlıktan kaldırdılar. Kominizmin anaşist fikirlerinin gönüllü naşiri oldular. Kapitalizme hizmetkar olup insanlığı kaosa saldılar.

Bakın şu ırkçılara; Allah milletleri tanışıp kaynaşmak ve biribirilerinden istifade etmek, biribirilerinin eksiklerini tamamlamak için farklı farklı yaratmışken, onlar nasıl, üstün ırk, davası ile ırklar arasına nifak sokup iki dünya savaşını insanlığa musallat etti.

Bakın, şu her bir ideolojiye, suçu nasıl biribirilerine atıyorlar. Bakın, şu hayasız evhamlarına, nasıl her şeyi dindarlardan biliyorlar.

Sorarım size; bunların peşinde koşan ve insanlıktan dini kaldırmak istiyenlere; İslamiyetin hangi emirini veya hangi yasağını muzır buluyorsunuz? Kainatın sonunu hazırlayan israfı yasaklamasına mı kızıyorsunuz, yoksa temizliği imanın yarısı görmesine mi? İnsanı insan olmaktan çıkaran, bilinen yüzlerce sağlık zararı olan, aileleri perişan eden, hayatları söndüren, aklı iptal eden içkiyi yasaklamasına mı? Aklı akıl dediğiniz halde, aklı iptal eden içkiyi savunmanızı hangi akıl ile izah ediyorsunuz?

Yoksa aileleri dağıtan, eşleri biribirine düşman eden, boşanan eşlerin çocuklarının sevgisiz büyüyüp topluma muzır bir hale getiren kumarı yasak etmesine mi?

Yoksa insanların emeğini heba eden, zevk ve sefası için veya içkisi veya kumarı için –zıkkım olsun- bir parça esrar için,kucağında masum çocuğu ve anayı hunharca soyan ve darb eden hırsıza uygulanacak cezaya mı?

Yoksa "sen çalış ben yiyeyim" fikrinden çıkan ve servetleri yutan faize düşman olmasına mı?

Neye kızıyorsunuz, İslam’ın insana hürriyetini vermesine mi, şefkat ve merhamet emrine mi? Karıncanın dahi hukukunu muhafaza etmesine mi? Adaletine mi? Yoksa kendini ilah gören zalim zorbaların cehennem odunu olduğunu söylemesine mi?
Neye kızıyorsunuz; bu dünyada zalimler ,hırsızlar tarafından hakkı çiğnenmiş mazlumların bu dünyada intikamını alamaya gücü yetmeyince ahirtte alma ümitlerine mi? Neye kızıyorsunuz,imanlı insanların, kendisine yapılan bir zulum karşınında gidip initkam almak için suçsuz günahsız insanların malına derb eden ve bazen canına kaset eden kişiler gibi yapmayıp, Allah'a havale etmesine mi?

Neye kızıyorsunuz? Bilmiyorsunuz.
Gözleriniz var görmüyorsunuz! Bakınız bir Müslüman nasıl huzuru ailesinde bulmuş. Dünyanın keşmekeşinden kurtulmuş, kendini sıcak ailesinin şefkatli kolarına salmış. En güzel sinama filmini evladı ile oynamaya tercih etmemiş.
Yoksa bu sevgiden mahrum kaldığınız da kıskadığınız için mi bu öfkeniz?
Yoksa ailesine ihanet eden ve düşman olanları mı tercih ederdiniz? Babası ile bir kez oynayamamış ve sevgisiz kalmış insanların dünyayı nasıl kırdığını görmüyor musunuz?

Aklını ilah yapıp kendini zeki gören Kapitalist, Kominist, Anarşist, Kemalist, Faşistler; dışarıya bakın, şu kaos Müslümanlardan mı geliyor, İslam’dan uzak bir hayat yaşayanlardan mı? Yoksa, İslam adına zulm yapan saf veya cahillerden mi? Kafirden, münafıkatan mı?
Şu anarşi, şu yaşanmaz hale gelen dünyanın kabahati, Kur’an’ın merhamet emrini , şimdi tam olarak uygulayanı bir avuç kalmış Müslümana mı ait?
Bir de kalkmış cerbeze ve hezeyan ile "biz dine karşı değiliz, yobazlara karşıyız" deme haddini gösterebiliyorsunuz.

İyi de İslam’ın bir avuç kalmasına ve doğru yaşamasına sebep olan Kur’an mı, sizin insanlığa sunduğunuz onları İslam'dan kandırmakla soğutan ve uzaklaştıran zehirli fikirleriniz mi? İslam’ın –anlayamadığınız- teferruat kısmına takılıp insanlığın yegane saadetine kaynak olan Kur’an’ın emirlerine düşman olmanız ve Kur'an'ın kaideleri ile yaşamaya düşman olmanız hangi akılladır?

Oysa siz bu dünyayı seviyorsunuz, çünkü içinde ebedi kalacakmış gibi onu imar etmeye çalışıyorsunuz. Onun yok olmasını istemiyorsunuz. Sanki dünya var oldukça içinde yaşayacaksınız hayal ediyorsunuz. Kutuplarda ki bir beyaz ayı için dahi üzülüyor ve acı çekiyorsunuz. Arjantinde bir çocuk aç kalsa gece uyuyamıyorsunuz. Bir kelebek için üzülüyorsunuz. Yere biri çöp atsa kızıyorsunuz.
Siz dünyanın her yerinde acıklı bir hal görüyorsunuz.Yahu bütün memleket, elinde tuttuğun, hakkı batıl batılı hak gösteren felsefe dürbünü ile sana bir matemhaneye dönmüş. Herşey ve herkez sana feryad eder görünmüş. Herkez ruhen ölmüş, herkez ağlıyor. Herkez sana yabancı herşey sana düşman. Herşey, herkez biribirine düşman. Herkez yetim, herkez biçare. Dünyada daima bir boğuşma var görüyorsunuz.
Aman veren yok. Elinizden de bir şey gelmediğinden vicdanınız azab içinde. Demek siz dünyaya müptelasınız.

Demek siz, Müslümanın güzel düşünüp güzel görmesine ve güzel görmekle hayatından lezzet almasına kızıyor ve kuskanıyorsunuz. İnsan ulaşamadığına düşmandır kaidesince düşmanlığınız bundan mı?

Bilin ki, Semavi Dine düşman oldukça, Semavi dinin emirlerini uyguluyan birine düşman olundukça dünyanız mahf olacak, başınıza yıkılacak. Zira, israf ve zulümlerin kaynağı aç gözlülük ancak semavi dinin iktisat ve kanaat emrine tabi olmakla önlenir. İnsanlığa yararlı olan ve senin müptela olduğun dünyanı kırmayacak evlat ancak İslam'ın ölçülerinde sağlıklı ve mutlu bir aile ile mümkündür. Şu kaos, şu boğuşma, ancak Kur'an'ın emrine yapışmakla ortadan kalkar. Zulüm, İslam'ın adalet kılıncı ile kesilir. Sokağa çöp atmamak, "temizlik imanın yarısıdır" emri ile kesilir.

Oysa peşinde koştuğunuz humanizm ve israfa sebep olan kapitalizm ve aileyi bozan kominizm, insanları ayıran ırkçılık dünyanızı mahv ediyor. Onu seviyorsanız çabuk ve hemen o fikirlerden çıkıp Semavi din dairesine girmesiniz bile onun ihyasına önce siz çalışınız. Çünkü, dünyanız yıkıldı, yıkılıyor.

Bizim için hava hoş…Yoksa size düşüncesiz demek zorundayız.

Din Düşmanlarının Çelişkileri-2

Bir süre önce "Din Düşmanlarını Çelişkisi" ismi ile kaleme aldığım yazıdan müsbet ve menfi pek çok yerde tepki geldi. Demek amacına ulaştı.
Koministler, Kemalistler, Milliyetçiler "Biz Müslüman değilmiyiz?" itirazı yaptı. Kimileri yazıyı "ayırımcılık" iddiası ile taşladı. Daha farklı sözünü etmeye değmez akıl almaz itirazlar geldi. Bu itirazların bazılarına cevap için yazılmıştır:

Evvela, bir meselede yazarın kast ettiği mananın dışında anlaşılmalarda yazarın kusuru olamaz. Nihayetinde yazar eğer "din karşıtlarının çelişkisi" demişse, içinde ne yazmışsa din karşıtlarının çelişkisini beyan içindir. Din karşıtı olmadığını iddia edip tepki vermek cerbezedir(demogojidir) veya safsatadır.

İkinci olarak; bir kişi dünyevi görüş olarak Kominizmi benimsediği halde Müslüman olduğunu ve dine karşı olmadığını kabul edebilir. İtiraz edilmez.Zaten o zaman söz meclisten dışarıdır, denilir. Ancak, o kişi tüm koministlerin dine karşı olmadığını söyleyemez. Çünkü, dine karşı ve apaçık düşman olan koministeler çokturlar.

Aynen öyle, bir Kemalist "dine karşı değilim" diyebilir. Lakin, "tüm Kemalistler dine dosttur" diyemez. Zira, dine karşı, apaçık düşman olan "ben Allah'ın kanunları ile yaşamam ve yaşayana müsammaha göstermem" ve hatta dindarlara "yobaz" diyen vardır. "Din karşıtı" dendiği zaman muhattab o gibi adamlardır. Dünyevi görüş olarak "Kemalistim, ancak dine karşı değilim" diyen zaten sözün muhattabı olmaz.

Aynen öyle, milliyetçiler da benzer tepkiyi verdi. Ancak, kimse kimseyi kandırmıyor. Milliyetçiler içinde dine karşı olan vardır. Hatta "Türkün dini Şamanizimdir, Müslüman Arapındır, ona yakışır" diyen çoktur. Demek "din karşıtlarının çelişkisi" denemesi onlar içindir. Dindar milliyetçilerin alınmasına hiç gerek yoktur.

Hem kapitalsitler içinde Müslüman çoktur. Onların alınması da abestir.

Nihayetinde yazar "kominizm, kapitalizm, milliyetçilik, Kemalizm, Humanizm gibi ideolojileri benimsememektedir ve bu demokraside bir haktır.

Mesela, nasıl ki Hümanistler der "Dünya ne çekti ise dinden çekti" Bunu düşünmek demokratik hakkıdır. Benim yazıma "bizde Müslümanız" diyerek itiraz edenler de bu söze "demokratik hak " nazarı ile bakıyor ve tepki vermiyor. Dini kendine rehber edinmiş biri çıkıp onların o sözlerini iade makamında dese "Esas insanlık ne çekti ise din karşıtlarından çekti" hakkıdır. "Biz de Müslümanız" diye benim o sözüme alınıp hümanislerin "insanlık ne çekti ise dinden çekti" sözüne itiraz etmediği halde, bu söze itiraz etmesi haddini aşmaktır. Apaçık bir tarafgirliktir. Cerbezedir.

Bu kişilerin "bende Müslümanım" esefine hakkı yoktur. Zira, Müslüman olmak taraf olmaktır. Nasıl Kominist dendiğinde kominizme taraf biri anlaşılır, Müslüman dendiğinde İslam'a taraf biri olduğu anlaşılır. İslam'a taraf olduğunu ve müslüman olduğunu ilan eden biri de "insanlar ne çekti ise dinden" çekti sözüne İslam namına itiraz eder. Etmeyip bilakis din karşıtlarına yazılmış bir yazıya "biz de Müslümanız, niye ayırımcılık yapıyorsun" diye alınmak samimiyetten uzaktır.

Şimdi, dine karıştların olduğu dünyevi görüşü benimseyen birinin fikirdaşlarına "durun, dine karşı olmayın, biz de Müslümanız" demek yerinde o tür din düşmanlarına savunma makamında itiraz eden ve şefkat ile nasihat eden birine "biz de o ideolojideyiz, ama din karşıtı" değiliz diyerek itiraz eden ve alınan ve kınayan akılsız, düşüncesiz, anlayışsız, meseleler arasında bağ kurma kabiliyeti olmayan manasına gelen ahmaktır.

Hem şu da var ki: Mesela bir kominist kapitalistlere her türlü hakareti ediyor, yada bir Milliytçiyi ırkçı, faşist diye yaftalıyor yada tam tersi bir Milliyetçi koministlere hayvan muamelesi yapıyor , bu kişiler her türlü zıt ideolojiye ve mensublarına hakareti ve eleştiriyi demokratik hak olarak görüyor, kendilerini pire ısırsa yorgana kabahat buluyorlar. Değerli bir şarkıcının dediği gibi "bu ne yaman çelişki annem"
İşte bu kadar!

12 Haziran 2009 Cuma

Din Düşmanlarının Çelişkileri

Şöyle bir dünyanıza bir bakın. İnsanların çoğu bir israf içinde. Kıyametin kopmasına hiç bir sebep olmasa şu insanların dünyayı kirletmesi ve israfı dünyalarını onların başına yıkacak.

Bakın şu zulümlere dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdi. Bakın şu kapitalist zihniyete nasıl serveti birkaç kişiye topluyor ve bakın şu kapitalizme üretim toplumunu nasıl tüketim toplumuna çevirdi. Sermayeyi nasıl işçiye düşman yaptı. Ya efendisin ya köle dusturunu ellerine verip insanlığı girdapa sürdü.
Hem bak nasıl gelecek nesillerin güvencesi ahlaklı çocukları yetiştiren annelerin ihtiyaçlarını artırıp para uğruna onları yuvalarından çıkardılar. Lüks hayat uğruna ahlaklarını terk edip ahlaksız çocukların anneleri oldular. Şefkat kahramanı anneleri nasıl canavara çevirdiler.

Bakın şu kominizme; işçi hakları ve -kendi taptıkları doğa kuralına aykırı olarak- mutlak eşitlik zırvasına insanlığın fıtratını bozdular, adaletsizliğe sebep oldular. Özgürlük, diye onlara gayr-ı meşru zevki ve eğlenceyi sundular. Özgürlüğü anarşi ve sorumsuluk diye gösterdiler. Aile yapısını tar u mar ettiler. İşçi hakkı, diye nasıl sermayeye düşman olup nifak çıkardılar. Kadını eşitlik namına nasıl sahipsiz bırakıp cinsi bir mal haline getirdiler. Fıtri giysisini çıkarıp hayvani bir elbiseyi sundular.

Bakın şu hümanistlere; "insanlık ne çekti ise dinden çekti"iddiası ile semavi dinleri ortadan kaldırıp insanlığa hürriyeti vermek için onların imanlarını söküp atma gayesi ile humanizm adıyla sevgi elbisesi giymiş bir yılanı insanlığa armağan ettiler.Sevgiyi insanlıktan kaldırdılar. Kominizmin anaşist fikirlerinin gönüllü naşiri oldular. İnsanlığı kaosa götürdüler.

Bakın şu ırkçılara; Allah milletleri tanışıp kaynaşmak ve biribirilerinden istifade etmek,biribirilerinin eksiklerini tamamlamak için farklı farklı yaratmışken, onlar nasıl üstün ırk davası ile ırklar arasına nifak sokup iki dünya savaşını insanlığa musallat etti.

Bakın şu her bir ideolojiye suçu nasıl biribirilerine atıyorlar.

Sorarım size; bunların peşinde koşan ve insanlıktan dini kaldırmak istiyenlere; İslamiyetin hangi emirini veya hangi yasağını muzır buluyorsunuz? Kainatın sonunu hazırlayan israfı yasaklamasına mı kızıyorsunuz, yoksa temizliği imanın yarısı görmesine mi? İnsanı insan olmaktan çıkaran, bilinen yüzlerce sağlık zararı olan, aileleri mahf eden, hayatları söndüren, aklı iptal eden içkiyi yasaklamasına mı? Aklı akıl dediğiniz halde, aklı iptal eden içkiyi savunmanızı hangi akıl ile izah ediyorsunuz?
Yoksa aileleri dağıtan, eşlerin boşanmalarına yol açan, boşanan eşlerin çocuklarının sevgisiz büyüyüp topluma muzır bir hale getiren kumarı yasak etmesine mi? Yoksa insanların emeğini heba eden, zevk ve sefası için veya içkisi veya kumarı için –zıkkım olsun- bir tutam esrar için kucağında masum bir bebeye rağmen üç kuruş parasını çalan hırsıza uygulanacak cezaya mı?
Yoksa "sen çalış ben yiyeyim" fikrinden çıkan ve servetleri yutan faize düşman olmasına mı?
Neye kızıyorsunuz, İslam’ın insana hürriyetini vermesine mi, şefkat ve merhamet emrine mi? Adaletine mi? Yoksa kendini ilah gören zalim zorbaların cehennem odunu olduğunu söylemesine mi? Neye kızıyorsunuz; bu dünyada zalimler ,hırsızlar tarafından hakkı çiğnenmiş mazlumların bu dünyada intikamını alamaya gücü yetmeyince ahirtte alma ümitlerine mi? Neye kızıyorsunuz o imanlı mazlumların kafirler gibi başkasının zulmününün hıncını masum adamların işyerlerini taşlamamasına mı?

Aklını ilah yapıp kendini zeki gören Kapitalist, Kominist, Anarşist, Kemalist, Faşistlere sorarım; dışarıya bakın; şu kaos Müslümanlardan mı geliyor, İslam’dan uzak bir hayat yaşayanlardan mı? Yoksa, İslam adına zulm yapan saf veya cahillerden mi? Kafirden mi münafıkatan mı? Şu anarşi ,şu yaşanmaz hale gelen dünya Kur’an’ın merhamet emrini uygulayan, şimdi bir avuç kalmış Müslümanlarından mı?

İyi de İslam’ın bir avuç kalmasına sebep olan Kur’an mı, sizin insanlığa sunduğunuz zehirli fikirler mi? İslam’ın –anlayamadığınız- teferruat kısmına takılıp insanlığın yegane saadetine kaynak olan Kur’an’ın emirlerine düşman olmanız hangi akılladır. Oysa siz bu dünyayı seviyorsunuz, çünkü onu imar etmeye çalışıyorsunuz. Onun yok olmasını istemiyorsunuz. Sanki dünya var oldukça içinde yaşayacaksınız hayal ediyorsunuz. Kutuplarda ki bir beyaz ayı için dahi üzülüyor ve acı çekiyorsunuz. Arjantinde bir çocuk aç kalsa gece uyuyamıyorsunuz.Demek siz dünyaya müptelasınız. Bilin ki Semavi Dinlere düşman oldukça , Semavi dinlerin emirlerini uyguluyan birine düşman olundukça dünyanız mahf olacak başınıza yıkılacak. Zira, israf ancak semavi bir dine tabi olmakla önlenir. İnsanlığa yararlı olan evlat ancak sağlıklı ve mutlu bir aile ile mümkündür. Zulüm İslam'ın adalet kılıncı ile kesilir.
Oysa peşinde koştuğunuz humanizm ve israfa sebep olan kapitalizm ve aileyi bozan kominizm, insanları ayıran ırkçılık dünyanızı mahv ediyor. Onu seviyorsanız çabuk ve hemen o fikirlerden çıkıp Semavi din dairesine girmesiniz bile onların ihyasına önce siz çalışınız. Çünkü, dünyanız yıkıldı, yıkılıyor. Bizim için hava hoş…
Yoksa size ahmak demek zorundayız.

11 Haziran 2009 Perşembe

Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun

Türkler İslam'ın kahraman ordusudur. Değerini ve şerefi İslamiyetin Ordusu olmakla kazanmış... Siz eğer Türk'e başka bir makam verseniz değeri sukut edecektir, düşecektir. İşte Türklük adına ırkçılık edenlerin ne kadar azim bir cinayet içinde olduklarını bir temsil ile izah edelim.

Bir makinanın çarkı ancak o makinaya çark olmakla bir değer kazanır ve o makinanın çarkı olmakla değerini korur. Makinanın sair unsurları dahi öyledir.

Eğer o makinanın bir parçası vazifesini aksatsa veya istifa etse veya diğer parçaların hukununa kibir ile tecavüz etse kovulacaktır ve maddesi kadar bir değere sukut edecektir.

Yada makinanın o çarkı, makina yerinde geçmek istese veyahut bağımsızlığını ilan etse veyahut makinanın en değerli ve üstün parçası olmak dava etse, tüm işleyişi bozacak ve makinenin sahibi tarafından huzurdan kovulacak, belki yerine başka bir çark tedarik edilecektir. Kovulan o çark dahi vazifesiz kalmakla hiçliğe düşecektir, değeri yok olacaktır.

İşte, temsilde yazılan o makina İslamiyettir. O makinanın çarkı Kahraman Türk ordusudur. Makinanın diğer unsurları her biri İslamiyet ile bir ve aynı olmuş Arap, Kürt gibi sair ırklardır. İşte Türkler ve her ırk o İslamiyetin bir parçası olmak ile değer kazanmıştır.

Eğer Kahraman Türk ordusu o İslamiyet içindeki vazifesini aksatsa ve istifa etse veya diğer ırkların hukukuna kibir ile tecavüz etse değeri sukut edecektir.

Evet, ırkçılar İslamiyet makinasının bir çarkı olan Kahrman Türk Ordusunu o makina çarkı olmak vazifesinden almak istiyorlar. Veyahut Türkleri İslamiyet makinasının çarkı iken makine yerinde geçirmek istiyorlar, yani İslam yerinde Türklük dava ediyorlar,Türklük makinası icad etme davasındalar. Hatta bir kısımı ileri gidip fabrikayı ve hatta sahibini dahi kabul etmiyorlar. Yani, İslamiyeti bütün bütün red ediyor, ve Şaman dinine özlem duyuyorlar. Böylece, fabrikanın devamının ve vucudunun kaynağı o emsalsiz makinenin ayakta durmasına ve çalışmasına ve üretmesine sedmeler vuruluyor. Fabrikanın nizamını bozuyorlar. Hem Türkleri o mukaddes vazifesinden istifa ettirip manasız ve tüm ırkların düşmanlıklarına sebep olacak bir vazife kendilerine hayal ederek Türk ırkına azim cinayetler işliyorlar. Bir kaç manasız dosta bedel, hadsiz mübarek dostları terk ediyorlar.

Nasıl ki bir makinanın unsurlarının her bir parçası, o unsurun , çarkın vazifesini yerine getirmekle ile yüce bir değer kazanır, dedik. Aynen öyle her bir Türk, Kürt, Arap İslamiyet makinasının bir unsuru, çarkı, parçası olmakla her bir ferdin hadsiz değer kazanmasına vesile olur. Eğer her bir unsur, yani ırk o makineden istifa edip kendini makina olmak dava etse, yani İslam yerinde kendi ırkını koysa, her bir ferdi ile beraber o unsurun değeri dahi sukut eder. Maddesi kadar değeri olur.


İşte birileri İslamiyet Makinasını terk edip Türklük makinası dava ederek ve sair unsurları dahi İslamiyet makinasınadan istifa ettirmekle Türklük makinasına dahil etmek istese ne kadar büyük bir cinayet olur anlarsın. Zira, insaniyet-i kübra İslamiyettir. İslamiyete dahil olan ırkları insaniyet-i kübradan sukut ettirmek, esfele-i safiline atmaktır. Keza kainatın ruhu olan İslamiyet makinasının sahibi bu azim cinayeti sebebi ile insanların başına kıyamet koparmak ile cezalandıracaktır.

Hem, bir Müslüman ecnebiye benzeyemez. Ecnebi dinini terk etse, kemale ereceği bir başka yola dahil olabiliyor ve bulabilir. Ancak, bir Müslüman kemalatını Muhammed Arabi(a.s.v) ve O’nun(a.s.v) getirdiği din-i İslamiyetten aldığı için, o yoldan çıksa daha başka bir yolda kemale eremez. Zira en yüksek ve en değerli yoldan başka bir yol değerini düşürmektir. Vicdanlar bunu red edecektir.

İşte Varlığını Türk varlığına armağan etmek cümlesinin manasını yazıyı okuyan anlasın.

Kısa kesmek icab etti.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Tanzif Fiili

"Yeri de döşeyip düzenledik,(Tefriş ettik, süprüttük). Biz ne güzel donatıcıyız!" (Zâriyât Sûresi: 51:48.)

Tanzif: Tanzif sözlük itibari ile temizleme manasına gelir.

Allah tanzif fiili ile kainatı temizler. Kainatı temizlediği gibi kalbleri dahi manevi kirlerden temizler.

Kainat ve Küre-i Arz daima bir faaliyet içinde olduğu için daima kirlenir, çöplük dolar. Daima temizlenip bakılmaz ise esmasının manalarının gözüktüğü o kainat ve dünya yaşanmaz hale gelir. Kainatın yaratılma gayesi olan hayat sahipleri hususan insanlar yaşayamaz, boğulur.

Kainat ve dünya misafirhanesi yaratılış olarak temiz ve paktır. Bulaşıksız, pis kokudan aridir. Luzumsuz hiç bir şey içinde barınmaz.

Demek kainatı ve misafirhaneyi yaratan ve Sahibi olan Zat çok iyi bakıyor. Demek o kainatın öyle bir sahibi var ki koca kainatı küçük bir oda gibi süprütür, temizlettirir, yani tanzif eder.

Delil mi istersin, insan ayaklarını bir müddet yıkamasa, odasını bir ay süpürmese nasıl çok kirlenir, aynen öyle kainat dahi daima tanzif edilmese pislik içinde kalmak lazımdı. Oysa o sarayın temiz, nurani, pak ve saf olduğunu herkez görüyor.

Eğer dikkatli ve daimi bir tenzif ve tathir(yıkamak) ve süpürme olmasa idi bir senede vefat eden hayvanlar dünyayı dolduracak ve o misafirhane yaşanmaz hale gelecekti. Hatta feza da vefat eden yıldızların enkazları başımızı kıracaktı.

Demek kainat ve misafirhane bir kuş kanatlarını açıp kendini rahat temizlediği gibi temizleniyor, tanzif ve tathir ediliyor.

İnşaallah o tenzif fiilinin bazı eserlerini yazarak devam ederiz.

Muhabbetle

Tanzif Fiilinin Eserleri

Tanzif fiilini gösterir eserler ile meselemize devam edelim inşaallah.

Şu saray ve misafirhane ism-i Kuddüs ismine mazhardır. Tanzif fiili kainatta her şeyi temiz yaratan ve temiz tutan , kusur ve noksanlıktan uzak Kuddüs olan Allah'ın büyük bir cilvesini gösteren fiildir.

Madem fiil var eserleri ve işleri gözükmek lazımdır. İşte onlardan bir kaç numune göstermek lazımdır.

İsm-i Azam olan İsm-i Kuddüs'e ait tenzif filinden gelen emirleri dinleyen şu mahlukata bak. Etobur temizlikçileri, tenzifatçıları gör. Kartallardan, akbabaya, sırtlana kadar, hatta kurtçuklar ve karıncalar gibi ve en parlak bir eser olan sineğin o süprüntüleri, pislikleri ve leşi nasıl temizlediklerini seyret. O vazife ve işteki tanzif fiilini oku. O filin faili olan ism-i Kuddüsü bil.
İşte bak bir sinek nerde bir pislik görse "vazife başına arş" komutuna itat ederek gidip tertemiz ediyor. O pislik ile rızklandıktan sonra kalktığı vakit, tüm mahlukların en temizi kalmaya devam ediyor. O pislik sineğin ayaklarına bulaşıp sair yerleri pisletmeye müsade ettirilmiyor.

Hatta kandaki ak yuvar ve al yuvarların o fiilin emrine nasıl itaat ettiğini seyret. Hayat sahiblerinin nefeslerinin dahi nasıl temizlik işçisi olduğunu anla.

O fiilden gelen emirleri göz kapakları gözleri temizlemek, sinekler kanatlarını süpürmek için kullanmakla dinledikleri gibi koca hava ve bulut dahi dinler.

O tanzif filine ait emri yıldızlar, unsurlar, madenler bitkiler, hayvanlar dinledikleri gibi atomlar dahi dinliyor. Hayret verici değişimler ve fırtınalı işlere rağmen etrafı dağıtmıyorlar, pisletmiyorlar . Daima en parlak, en temiz, en nurani vaziyeti almak için tanzif emrine itaat ediyorlar.


Hatta tanzif fiili manevi temizliği dahi ihmal etmiyor. İmtihan için misafirhanesine gönderdiği insanın o misafirhanede boğulmaması için daima temizlediği gibi, o eşref-i mahlukat olan insanın esmanın ayinesi hükmündeki kalbini dahi daima temizlemek için vazifedarları var. Onları terbiye ile tanzif ediyor.

İşte Enbiyalar, Evliyalar o vazifeye itaat ediyor, o tek tanzif fiiline riayet edip insanlara nezafeti öğretiyor. Hatta musibetler, zulümler dahi o temizlik için hizmete koşuyor. Zikirin kalbi nasıl temizlediğini de gör. Nezafet(temizlik) imandandır hadisini oku.

Görülüyor ki ism-i Azam olan İsm-i Kuddüs'ün azim bir cilvesi olan tanzif fiili her yerde faaliyet içinde eserlerini bırakıyor, işini icra ediyor. Kainattaki ölçülü düzen o tek fiilin fiilleri ile korunuyor. Eşyada ve mahlukat ve mevcudatta gözüken esmanın Cemal ve Celalinin gizlenmesine izin vermiyor.

İnşaallah daha sonra tanzif fiiline ait filleri inceleyeceğiz. Böylece kainatta manaları gözüken bütün esmaya ait fiillerin nasıl tanzif fiilinini içinde olduğunu görürüz. Kuddüs isminin neden İsm-i Azam olmaya layık olduğunu anlarız.

Muhabbetle

Tanzif Fiili Tevhidin Delilidir

Tanzif fiiline ait fiilleri yazacaktım, ama çok geniş bir konu olması sebebi ile vaz geçtim.
Şimdilik şunu yazmak kafidir. Sonra Tevzin fiilini inceleyeceğiz, inşallah.

İşte bu tek fiil, yani, birtek hakikat olan tanzif, ism-i Kuddus gibi bir İsm-i Azamdan, kainatın daire-i azamında görünen bir cilve-i azamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi, Esma-i Hüsnasıyla beraber, güneş gibi, geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

İşte bir tek tanzif fiili ışık güneşe delil olması gibi bir tek Zat-ı Kuddus'ü gösterir. O tanzif fiili Vahid ve Ehad olan Zat'a verilmez ise her bir tamizlik işçisine, mesela sineğe hadsiz bir kudret ve her şeyi görür ve bilir bir şuur vermek icab eder. Çünkü, görülüyor ki temizlik işi geneldir ve biribirine bağlıdır ve yardımlaşma söz konusudur. O zaman, eğer bir tek Zat-ı Kuddüs red edilse o temizlik işini yapan her bir unsurun bir meşveret ile şuurulu bir konuşması ve anlaşması olduğunu iddia etmek gibi gülünç bir durum ortaya çıkar.

İşte gel, bak, dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör.

26 Mayıs 2009 Salı

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.



Türkler İslam'ın kahraman ordusudur. Değerini ve şerefi İslamiyetin Ordusu olmakla kesb etmiş . Siz eğer Türk'e başka bir makam verseniz değeri sukut edecektir. İşte Türklük adına ırkçılık edenlerin ne kadar azim bir cinayet içinde olduklarını bir temsil ile izah edelim.

Bir makinanın çarkı ancak o makinaya çark olmakla bir değer kesb eder ve o makinanın çarkı olmakla değerini korur. Makinanın sair unsurları dahi öyledir.

Eğer o makinanın bir parçası vazifesini aksatsa veya istifa etse veya diğer parçaların hukununa kibir ile tecavüz etse tard edilecek ve cirmi kadar , maddesi kadar bir değere sukut edecektir.

Yada makinanın o çarkı, makina yerinde geçmek istese veyahut bağımsızlığını ilan etse veyahut makinanın en değerli ve üstün cüzzü olmak dava etse, tüm işleyişi bozacak ve makinenin sahibi tarafından huzurdan kovulacak, belki yerine başka bir çark tedarik edilecektir. O çark dahi vazifesiz kalmakla ademe düşecektir.

İşte o makina İslamiyettir. O makinanın çarkı Kahraman Türk ordusudur. Makinanın diğer unsurları her biri İslamiyet ile mezc olmuş sair ırklardır. İşte Türkler ve her ırk o İslamiyetin bir cüzzü olmak ile değer kesb etmiştir.

Eğer Kahraman Türk ordusu o İslamiyet içindeki vazifesini aksatsa ve istifa etse veya diğer ırkların hukukuna kibir ile tecavüz etse değeri sukut edecektir.

Evet ırkçılar İslamiyet makinasının bir çarkı olan Kahrman Türk Ordusunu o makina çarkı olmak vazifesinden almak istiyorlar. Veyahut Türkleri İslamiyet makinasının çarkı iken makine yerinde geçirmek istiyorlar. Veyahut Türklük makinası icad etme davasındalar. Hatta bir kısımı ileri gidip fabrikayı ve hatta sahibini dahi kabul etmiyorlar. Böylece, fabrikanın devamının ve vucudunun medarı o emsalsiz makinenin ikamesine ve çalışmasına ve üretmesine sedmeler vuruluyor. Fabrikanın nizamını bozuyorlar. Hem Türkleri o mukaddes vazifesinden istifa ettirip manasız ve tüm ırkların düşmanlıklarına sebep olacak bir vazife kendilerine tahayyül ederek Türk ırkına azim cinayetler işliyorlar. Bir kaç manasız dosta bedel, hadsiz mübarek dostları terk ediyorlar.

Nasıl ki bir makinanın unsurlarının her bir cüzzü, o unsurun , çarkın vazifesini ifa etmek ile ulvi bir değer kazanır, dedik. Aynen öyle her bir Türk, Kürt, Arap İslamiyet makinasının bir unsuru, çarkı, parçası olmakla her bir ferdin hadsiz değer kesb etmesine vesile olur. Eğer her bir unsur, yani ırk o makineden istifa edip kendini makina olmak iddia etse her bir ferdi ile beraber o unsurun değeri dahi sukut eder. Maddesi kadar değeri olur.


İşte birileri İslamiyet Makinasını terk edip Türklük makinası dava ederek ve sair unsurları dahi İslamiyet makinasınadan istifa ettirmekle Türklük makinasına dahil etmek istese ne kadar büyük bir cinayet olur anlarsın. Zira, insaniyet-i kübra İslamiyettir. İslamiyete dahil olan ırkları insaniyet-i kübradan sukut ettirmek, esfele-i safiline atmaktır. Keza kainatın ruhu olan İslamiyet makinasının sahibi bu azim cinayeti sebebi ile insanların başına kıyamet koparmak ile cezalandıracaktır.

Hem, bir Müslüman ecnebiye benzeyemez. Ecnebi dinini terk etse, kemale ereceği bir başka yola dahil olabiliyor ve bulabilir. Ancak, bir Müslüman kemalatını Muhammed Arabi(a.s.v) ve O’nun(a.s.v) getirdiği din-i İslamiyetten aldığı için, o yoldan çıksa daha başka bir yolda kemale eremez. Zira en yüksek ve en değerli yoldan maada bir yol değerini düşürmektir. Vicdanlar bunu red edecektir.

İşte Varlığını Türk varlığına armağan etmek cümlesinin manasını yazıyı okuyan anlasın.

Kısa kesmek icab etti.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Mazinin Çocukları

İnsanı idare eden fiil ya akıldır ya hislerdir. Ya gördükleri ile hareket eder yada fikri ile . Ya hakkı ister ya kuvveti. Bazen hikmetini anlamak ister bazen hükmetmek ister.
İşte, Risale-i Nur, insanların düştüğü bu ince hatayı düzeltip, insanların fikri ile aklı ile ve hikmet ile ve kalbi ile hareket etmesini sağlar. Aslında sadık talebe deyişi bu nüktenin anlaşılmasında daha iyi ortaya çıkar:
Mazinin çocuklarında tarafgirlik rağbet görürdü. Bunun sonucu hüküm sürmüş olan duygu;kin ve düşmanlık ve üstün olma arzusu idi. Kuvvet ve heva hüküm sürerdi. Hatta başka meslek ve meşrebe ve tarikata husumet,düşmanlık kendi mesleğine taraf olmaktan önde idi. Hata başka bir şahsa düşmanlık ,kendi meslekdaşına,meşrebdaşına sevgi ile bir -belki önde- olurdu. Hem de hakikati keşfe çalışanlara mani olan,taraf tutma ve taassub ve enaniyet idi.
Mazinin çocuklar kendinden gayrısına muhallif olduklarından,taraftarlık hissi ile karşı gelinerek ihtilal çıkarıldığından,hakikat ise kaçıp gizlenirdi.
Peki bu zamanda ne değişti? Her bir zamanın bir hükmü var,bu zamanın çocukları delil istiyor.İddia edilen şeyi tanıtmak veya sadece göstermek ile aldanmıyor. Hem inkar edilen, red edilen ve hatta kabul edilmeyen meselelerde “olmamış, yanlış, beğenmedim” kibirini red ediyor. Ama yukarıda bahsedilen kin ve düşmanlık artarak devam ediyor. Artık öyle hale geldi ki, insanlar kendi heves ve hevaları için sadece kendi delilleri ve fikirleri kabul edilmesi için husumeti ve düşmanlığı netice verecek fiile giriyor. Aklı gelişmişken hislerine mağlup oluyor. Gördükleri ile amel edip hikmeti öğrenmişken geri atıyor. İşte bu sadakatsizliğin başlangıcıdır.
Mesela, bir ayetten veya bir Risaleden, bir yazıdan akıl ile zannettiği aslında tamamen tarafgirlik hissiyatı ağır basan bazı istihraçlar ,teviller yapıyor; mutlak doğru görerek başka fikirlerin eleştirisine açıyor veya başka fikri çürütmek peşinde koşuyor. Yok aslında başka fikirlerin kendine ait o fikir şartsız kabul etmesi için gösteriyor. Kabul görmeyince hükmetmek istiyor, güç yetiremeyince küsüp gidiyor Gücü varsa zulme hak adını veriyor. Sadakatsizliğini ilan ediyor. Çünkü, samimi hizmet enaniyetten sıyrılmış ve hakikati arıyan zatların şennidir. Yoksa mazinin çocuklarının şeyhini mutlak doğru kabul etmesine bedel kendi hissiyatını fikir zannederek akıldan uzak tarafgirlik, şöhretperestlik ile veyahut kendini kabul ettirmek gibi kendine şeyh yaptığı enaniyetinin delili olan vartalara düşmek hizmetten uzaklaşmak ve ihlası kaybetmek ve ihaneti netice verecek yanlışa götürecektir.

Evet Risale-i Nur talebeleri halim ve selimdir. Şefkatlidir. Akleder , gördüklerinden çıkardığı manaya güvenmeyip hikmetini bekler. Kendi tarafgir hissiyatlarından doğan fikrinin savaşını vermez, hakikat peşinde koşar. Herkezin aynı yeteneğe ve ilgiye sahip olmasını beklemez. Sözü dinlenmediği zaman , o sözü dinletecek Allah’tır, diyerek o kişiye de küsmez. O kişiyi ihanetle suçlayıp, zannlar ile hareket etmez.Hizmete zarar verecek gereksiz tavırlara da girmez. Hakikat kimden gelirse gelsin öper başına koyar. Memnun olur. Kıskançlık ve imrenme onda galip değildir. Takdir ve tebrik ile teşvik eder. Bir hakaret veya eleştiride hemen yıkılmaz. Zira , hizmetteki samimiyetsizliğin delilidir.