14 Mayıs 2009 Perşembe

Mazinin Çocukları

İnsanı idare eden fiil ya akıldır ya hislerdir. Ya gördükleri ile hareket eder yada fikri ile . Ya hakkı ister ya kuvveti. Bazen hikmetini anlamak ister bazen hükmetmek ister.
İşte, Risale-i Nur, insanların düştüğü bu ince hatayı düzeltip, insanların fikri ile aklı ile ve hikmet ile ve kalbi ile hareket etmesini sağlar. Aslında sadık talebe deyişi bu nüktenin anlaşılmasında daha iyi ortaya çıkar:
Mazinin çocuklarında tarafgirlik rağbet görürdü. Bunun sonucu hüküm sürmüş olan duygu;kin ve düşmanlık ve üstün olma arzusu idi. Kuvvet ve heva hüküm sürerdi. Hatta başka meslek ve meşrebe ve tarikata husumet,düşmanlık kendi mesleğine taraf olmaktan önde idi. Hata başka bir şahsa düşmanlık ,kendi meslekdaşına,meşrebdaşına sevgi ile bir -belki önde- olurdu. Hem de hakikati keşfe çalışanlara mani olan,taraf tutma ve taassub ve enaniyet idi.
Mazinin çocuklar kendinden gayrısına muhallif olduklarından,taraftarlık hissi ile karşı gelinerek ihtilal çıkarıldığından,hakikat ise kaçıp gizlenirdi.
Peki bu zamanda ne değişti? Her bir zamanın bir hükmü var,bu zamanın çocukları delil istiyor.İddia edilen şeyi tanıtmak veya sadece göstermek ile aldanmıyor. Hem inkar edilen, red edilen ve hatta kabul edilmeyen meselelerde “olmamış, yanlış, beğenmedim” kibirini red ediyor. Ama yukarıda bahsedilen kin ve düşmanlık artarak devam ediyor. Artık öyle hale geldi ki, insanlar kendi heves ve hevaları için sadece kendi delilleri ve fikirleri kabul edilmesi için husumeti ve düşmanlığı netice verecek fiile giriyor. Aklı gelişmişken hislerine mağlup oluyor. Gördükleri ile amel edip hikmeti öğrenmişken geri atıyor. İşte bu sadakatsizliğin başlangıcıdır.
Mesela, bir ayetten veya bir Risaleden, bir yazıdan akıl ile zannettiği aslında tamamen tarafgirlik hissiyatı ağır basan bazı istihraçlar ,teviller yapıyor; mutlak doğru görerek başka fikirlerin eleştirisine açıyor veya başka fikri çürütmek peşinde koşuyor. Yok aslında başka fikirlerin kendine ait o fikir şartsız kabul etmesi için gösteriyor. Kabul görmeyince hükmetmek istiyor, güç yetiremeyince küsüp gidiyor Gücü varsa zulme hak adını veriyor. Sadakatsizliğini ilan ediyor. Çünkü, samimi hizmet enaniyetten sıyrılmış ve hakikati arıyan zatların şennidir. Yoksa mazinin çocuklarının şeyhini mutlak doğru kabul etmesine bedel kendi hissiyatını fikir zannederek akıldan uzak tarafgirlik, şöhretperestlik ile veyahut kendini kabul ettirmek gibi kendine şeyh yaptığı enaniyetinin delili olan vartalara düşmek hizmetten uzaklaşmak ve ihlası kaybetmek ve ihaneti netice verecek yanlışa götürecektir.

Evet Risale-i Nur talebeleri halim ve selimdir. Şefkatlidir. Akleder , gördüklerinden çıkardığı manaya güvenmeyip hikmetini bekler. Kendi tarafgir hissiyatlarından doğan fikrinin savaşını vermez, hakikat peşinde koşar. Herkezin aynı yeteneğe ve ilgiye sahip olmasını beklemez. Sözü dinlenmediği zaman , o sözü dinletecek Allah’tır, diyerek o kişiye de küsmez. O kişiyi ihanetle suçlayıp, zannlar ile hareket etmez.Hizmete zarar verecek gereksiz tavırlara da girmez. Hakikat kimden gelirse gelsin öper başına koyar. Memnun olur. Kıskançlık ve imrenme onda galip değildir. Takdir ve tebrik ile teşvik eder. Bir hakaret veya eleştiride hemen yıkılmaz. Zira , hizmetteki samimiyetsizliğin delilidir.

Mezhebsizlere yanlışını göstermenin püf noktaları

Bu yazıyı mutlak okumanızı tavsiye ederim. Mezhebsizlere karşı size takviye verecektir inşaallah. Yararını görmeseniz parmağınızı gözüme sokunuz.

Bir meseleye inkar ile yaklaşanın mesleğinin nasıl çıkmaz bir sokak olduğunu ilandır.

Konu, Allah’ı inkar eden bir dinsizi de ilzam ile alakalı olduğu gibi , ehl-i sünneti inkar edenlerin nasıl bir bataklık içinde olduğunu ve mesleklerinin ne kadar çürük olduğunu gösterir. Onlara mağlubiyet içinde bir yolda olduklarını ilan eder. Peşinde gittikleri adamların onları nasıl uçuruma sürüklediğini ıspatlar. Nasıl akıl dışı bir yol tutuklarını kör gözlerine sokar.

Meselemizi gökyüzünün en yüksek tabakasında bir minare farz ederek ve yerin dibinde bir kuyu hayal ederek konuşalım.
İşte;Allah’ın varlığını iddia eden ile onun var olduğunu kabul eden kişiler arasında bir münakaşa farz ediyoruz. Yada en doğrusu; bir hadis-i şerifin Rasulullah’ın yüksek belagatinden çıkmış bir söz olduğunu göstermek isteyen bir zümre ile bir hadis-i şerifi inkar edenin münakaşasını farz edelim. (Allah’ı inkar eden şüphe sokar, tamiri nispeten kolaydır.Hem İslam dışında olduğundan sözü zaten muteber olamaz. Ama İslam’ın içinde olup Kur’an adına inkar eden, fitne kapısını açandır ki tamiri çok zordur. İşte o kapının başında onları mıhlamanın beyanıdır)
....
Kabul eden der “ bu hadistir, işte okuduk dinledik, yüceliğini gördük”. Gerçi herkez onun yüceliğini aynı mertebede göremiyor. Anlayışlar farklı ve akıllar muhtelif olduğu için herkez derecesine göre onu farklı bir basamakta görür. Kimi hadisin en yüksek manasına vakıf olur. Kimi sadece hadisten çıkan sadece bir faydaya nail olur. Ama o mübarek zümre, hadis minarenin neresinde gözükürse gözüksün hadistir, der,diyebilir.

İnkar eden zümre , “bu hadis değildir,hurafedir.”, demektedir. Nerde durursa dursun, nerde görünürse görünsün makamı kuyu dibidir,der. Çünkü, hurafe olduğunu, asılsız olduğunu iddia eder. Ve der “o zaman bize onun hadis olduğunu ıspatlayın. Ya onu o yüksek minarenin başında, en yüksekte gösterin, yada yeri kuyu dibidir” ,der.”Minare başında gösteremesseniz yoktur kabul ediyoruz”. Böyle iddia eder. Hadisi savunan zümreyi en yüksekteki, ama dar olan makama kilitler. İnkarcı artık bacak bacak üstüne atarak , birinci zümrenin çabasını şımarık bir eda ile seyreder. Gelen delillere; bu değil, bu olmamış, başka türlü söyle, kabul etmiyorum ve hakeza alayları ile yerin dibine sokar. Üstelik, sanki hakkı varmış gibi, beğenmediği delillerde hakaret savurur, öfkelenir. Onu ikna etmek mümkün olmaz. Birinci zümre gafletinden,bilgisizliğinden kolay yolu göremeyip aslında ikinci zümreye layık ve ona ait uzun ve zorlu yolda ilerler.

Aslında hadisi savunun zümre bir tuzağa çekilmiştir. O mübarek ehl-i sünnete ait olan kuyu dibi hariç minare başına kadar olan bütün mertebeleri inkarcı haksızca istila etmek istemektedir. Şimdi o ehl-i sünnet olan birinci zümre -inkarcının bu oyununa gelmişse- hadis-i şerifi en yüksek derecede göstermek mecburiyetinde kalmıştır. Oysa yukarda söylendiği gibi hadisten çıkarılan fayda ve mana kişiye göre değişmektedir. Dolayısı ile hadis en yüksekte olmasına rağmen onu gösteremiyecektir. Üstelik en yüksek makamda gösterememesi durumunda kuyu dibine düşeceğini zannetmektedir. Böylece büyük bir çoğunluk neticeye muvaffak olamayacaktır.

Ama; eğer o yüce hadisin makamı kuyu dibi olsa (yani hadis gerçekte olmasa) hiç bir fayda göstermemesi gerekir, taş gibi cansız olması lazımdır. O minarenin hiç bir basamağında hadisin yüceliğinden gelen derecesi görünmemesi gerekir. Hiç bir hayat emaresi göstermemesi icab eder. Öylese; ya inkar eden onu kuyu dibinde gösterecek yada birinci zümre onu kuyu dibinden zerre miskal yukarda gösterse davasını kazanmış olacak. Yani, hadisin tek bir hakikatini, faydasını, kımıltısını, vahiyle imasını dahi gösterseniz haklısınız demektir. Çünkü, bir şeye yok demek onu kuyu dibinde iddia etmektir. Varlığı yoktur yada cansızdır diye iddia edilmektedir. Bir derece yukarda gözükse yani bir hayat emaresini gösterseniz, tek bir hakikat payı bulsanız , haksız taraf inkar ile hadis-i şerife “yoktur”, iddia edendir.
Hadis-i Şerifi inkar eden varlığını en yüce makamada gösterin,gösteremesseniz hadis yoktur, diyemez. Dedirtirmeyiniz. Oysa birinci ehl-i sünnet olan zümre diyebilir ki,“ ya olmadığını gösterin yada susun,zira olmadığını gösteremez iseniz vardır, kabul ediyoruz ki böyle bir hadis var,sizi artık muhattab saymıyoruz”,

Bakınız, inkar edenin müdafa meydanı kuyu dibidir. Delil arenası ise kainatın bütünüdür. Yani, hadisi inkar eden, o dar sıfır noktasındaki kuyu dibinde, bütün kainatı araştırarak göstermek ve davasını ıspat etmek zorundadır. Birinci zümre tek bir fayda gösterse galiptir. Mesela, ayakta bevl etmemek lazım,Sünnettir dediğinizde . Hayır, bu hadis değil hurafedir, hükümsüzdür, cansızdır, çakıldır, diyene, vahiy ile alakasını göstermeye bilginiz yetmese bile, bir faydasını göstermeniz durumunda inkarcının mağlubiyeti ile sonuçlanmıştır. Yani, bacak bacak üsütüne atıp inkarcının telaşlı çabasını seyretmesi gereken hadis-i şerif taraftarı mübarek zümredir.
İşte “en adi bir Mü’min en alim inkarcıdan üstündür” tabirinin püf noktası burdadır. İnkarcı alim olsa bütün faydaların olmadığını göstermek durumundan olduğu için bir adi adam kadar zorlanır. O adi müslüman kulaktan dolma hadis-i şerifin bir faydasını zikretse galiptir.

Bilgi yoları çeşitlidir. Bu bilgi yolları kuyu dibinden minare tepesine dereceleri vardır. Vahiy, rivayet, akıl, duyular, tevil,istihraç, ilham, tevafuk,ihtar,tefeül, cifir ve hakeza. Hadisi kabul eden zümre bu bilgi yollarından her hangi birinden bir işareti bırakın bir imayı gösterse davasında galiptir.Çünkü, canlılık belirtisidir. Oysa inkarcı bütün bu bilgi yollarından çıkan eserleri, görüşleri inceleyip, üstelik hepsini muarızına gösterip susturması ve hadis olmadığını hadis diye zikredilen meselenin hurafe olduğunu gösterip kuyu dibinde olduğunu ancak ıspatlamış olur. Yada inkar eden sözün söylendiği zaman geri dönüp, tüm ait zamanı filme çekip ,seyrettirip o vakit “bakın böyle bir söz söylenmemiş” ,diyebilir.

Allah böyle batıl yolda gidenlere ceza olarak en zor ve güç ve çürük mesleği vermiş. Zaten dikkat etseniz “anlatamıyorum galiba ,niye hala anlamıyorsunuz” gibi şikayetler en çok bu cenahtan gelmektedir.

Allah’ı inkar edenden ,en basit bir meseleyi inkar edene kadar her inkarcı bu meslek içindedir. Rahat olması gereken birinci zümre iken, bu dar mekan olan kuyu dibinden kurtulma çabası ile hakikat ehlini tuzağa düşürmüşler ve batıl ve sapık inkarlarını kainata yayabilmişlerdir. Çünkü, insanların çoğu cahilliğinden veya saflığından veya gafletten bu tuzağa girmiş ve kuyu dibinde olması gereken inkarı minarenin tepesinde olmak zorunda görmüşlerdir.
İnsanların bu gafleti bu inkarcılara cesaret vermiş kuyu dibinden çıkıp en tepeye kadar olan mertebeleri feth edip hareket serbestliği kazanmış ve “ben söyledim oldu ,ben söyledim doğrudur”, edası ile zaferler kazanmıştır.


Hem, mühim bir meselede şudur: Münakaşa sebebi hadis ise, hadisin mertebelerini ve vahiy ile bağlantısını bu bağlantının derecelerini ve Peygamber efendimizin sözlerinin diğer kısımlarını bilmek lazım. Avam içinde hadisi şeriflerin doğru yada yanlış olduğunu tartışmak, ne kadar bildiğini göstermek gibi bir kibirle, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.
Madem şu mesele açılmış, zavallı sıradan insanların zihninde kötü etki yaptığını söylemek lazım. Çünkü bazı müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkar etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kesin hadisleri dahi inkara yol açar. Eğer hadisin görünür manasını tutarak öyle kabul edip gösterse, sapık meslek sahiplerinin itirazlarına yol açar ve "Hurafedir" demelerine sebep olur. Mesela Hz. Musa ölümü anında Azrailin gözüne tokat vurmuş, hadisini tutup gerçekten görünür manasında yorumlamak cahilliktir, ifrattır. Hadisin inkarına kapı açar. Daha davasında haklı olamaz.
Hadis-i şerifleri savunanlara da ifrata girmemeleri için küçük bir uyarı olsun.

İşte, baştaki temsilde denildiği gibi inkarcıların yolunu tarif eden bahis, kuyu dibinden minare başına yani arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi inkar edenin elinden alıyor ve inkarcıyı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En akıl dışı, en imkansız, en nefrete layık mevkiyi onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremeyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur'an adına zaptediyor.

Bu söylenenlerin esas gayesi inkarcıları ilzam için, yenmek için değildir. O inkarcıların tuzağına düşüp fitne karanlığında kalan ve şüpheye düşenlerin, onları ile münakaşaya girenlerin telaşlarını gidermek ve bu oyunların tuzağına düşmemesini sağlamak içindir. Okuyun ve okutun. Netice ve zafer Allah’ındır.

Muvaffak olmanız dileği ile

12 Mayıs 2009 Salı

Münkiri İlzamın Püf Noktası


Asırladır İnkar Mesleği ile Müslümanların imanını çalmışlar. Ben mesleleye "köşe kapmaca oyunu" gibi bakıyorum. Köşeyi kapan kazanır. Yani, şeytan yada şeytandan bir insan çıksa Kur'an'ın beşer kelemı olduğunu, iddia ile vahiy olduğunu inkar etse. Bizden ıspatlamanızı istese şu demektir. O şeytan bacak bacak üstüne atıp bizim delillerimizi keyfine göre red edecektir. Yani, savunma savaşımızı onun keyfine amade ettiğimiz için ne ilzam ne ıskat söz konusu olacaktır. Üstelik dönüp yoldan çıkma ihtimali dahi olacaktır. Çünkü, keyfince red ettiği hakikatleri size kuyu dibinde göstermek isteyecektir.
İnkarcı derki şu cesedin ya canlı olduğunu göster ,gösteremessen cansızdır. Bu makamı ona verdiğinizde o cesedi koşarak gösterseniz bir kulp takacaktır. Oysa biz desek, sen ölü olduğunu ıspatla. Ya canlı olduğu ortaya çıkacak yada beceremiyeceğini düşünerek teslim-i silah edecektir.

Ben Risalelerden ders aldığım kadarı ile Üstad inkarcıya hiç bir zaman bu şansı vermemiş,inkarcı şeytanı dahi kuyu dibine hapsedip inkar mesleğinin çıkmaz sokak olduğunu göstererek hakikat ehline hak ettiği kuyu dibinden minare başına kadar olan mertebeleri feth ederek hediye etmiş.
Gerçi şeytanı ilzam etmiş, ama ıskat edememiş. Iskat edemez, çünkü vazifesi var. Ancak, henüz şeytanlaşmamış ve şeytan tarafından kandırılarak inkar mesleğine girmiş kişileri bu sayede avlamak ve hakikate çekmek pek ala mümkündür. Çünkü, inkarcı kendi iddiasını kendi ıspatlamak zorunda olduğunu görünce geri adım atacak ve dinleyici makamına düşmek zorunda kalacaktır ki gerisi bilgiye ve beceriye kalmıştır.

Ben bu hakikatlerin Risale-i Nur mesleğinin Umdesi olduğuna inanıyorum.

Cadde-i Kübra Olan Kur'an...


Allah'a götüren yollar ana başlık olarak dörttür. Bunlar Kelam, Felsefe, Tasavvuf ve Kur'an'dır.
Gerçi ilk üçü Kur'an'dan alınmış mesleklerdir,ancak zaman içinde fikirler karışmış çatallaşmış ve doğru ile yanlış ayırt edilemez hale gelmiştir.
Felsefe özellikle İslam'dan çok uzaklaşmış ve artık toparlanması zor gözüken bir meslektir. Felsefe ile İslam ne zaman omuz omuza vermişse bir ilerleme olmuş, ne zaman ayrılmış hakikatler adına ciddi perdeler oluşmuştur. Artık kullanılmaz bir hale gelmiş zira felsefe dinsizlerin eline geçmiştir. Kur'an'dan alınmış o güzide meslek heba olmuştur.

Kelam ile kazanılan marifet ise artık doyurucu olmamaktadır. Hem öğrenmek için çok uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Marifet Kur'an'dan öğrenildiğinde her yönü ile Allah'ı tanıtıp bildirebilir. Kelem ilimindeki gibi akli delil diyerek verilenler yetmiyor.
Bahsedilen meslekler binlerce cilt kitap telif etmiş, ancak bürhan ve akıl ile marifete ulaşabilmiş, bürhan ve akıl ile Kuran'dan alınmış olan Kur'an'a nazaran hakikatleri ancak üstün alimlere verebilmiş ve yetersiz kalmıştır. Kur'an'ı Kur'an ile açıklama Sahabe peygamber mesleğidir ehl-i sünnetin mesleğidir. tasaffuv gibi kalp ayağı ile giden mübarek bir meslek gibi veya felsefe gibi aklına güvenerek veya Kelam gibi sadece bürhanlarla değil dört unsur bir arada kullanılarak ortaya çıkmıştır. Her şeyde Allah'ı tanımayı sağlayacak yollar açmıştır. Adete Asa-ı Musa gibi nereye vurmuşsa su çıkarmış, hakikatler fışkırmış ve itiraz edilemez sonuçlara ulaşılmıştır.
Eskiden tasavvuf ayağı ile marifet isteyenler bir şeyhe tabi olmuş, bazı zaman tek bir hakikat için 40 sene çalışmıştır. Oysa Kur'an ile hakikatleri anlamak 40 senede kazınılan o hakikatleri 40 günde kazandırabilmektedir. Zaten bu zamanda bir tek hakikat için kırk sene beklemeye kimsenin takati ve zamanı yoktur, devrin aceleci insanları ise buna tahammül edememektedir. Bu yüzden tarikatin en önemli özelliği olan seneleri bulan inziva ve çile yolu ile terbiye metodu terk edilmek zorunda kalınmış. Tarikat dahi nerdeyse tasavvuftan istifa edip en makul cadde olan Kur'an'ı Kur'an ile anlama cadesine gelmiştir.
Kur'an hakikatlerinin talebeleri olan ehl-i sünnet ve’lcemaat akıl, bürhan ve kalb ile Kur'an'dan aldığı dersler sayesinde adeta her vurduğu yerden su çıkaran Asa-ı Musa gibi her ayet veya hadisten her şeyden Allah'a ulaştıran deliller çıkarmıştır. Ne İşrakiyun gibi sadece sezgi ve ilhama dayanan bir model çıkarmış, ne Batıniler gibi sadece eşyanın iç yüzü ile ilgilenmiş, ne zahiriyun(mezhebsizler) gibi sadece görünüşe bakmıştır, bilim gibi sadece beş duyuya hitab eden beşeri ilimlerle ve felsefe gibi sadece akıl ile hakikatlere ulaşmaya çalışmamış;Kuran'ın ışığında hepsini ihtiva eden tamamen mükemmel bir anlayışla çok kısa sürede hakikatler ulaşamayı sağlamıştır. Zamanın çok önemli olduğu bu dönemde hakikatler giden en kestirme yolu göstermiştir.

Evet Kelem, felsefe, tasavvuf, bilim vs hepsi marifete ulaştırabilecek yollardır. Ama bu devirde tahkiki iman sadece biri ile mümkün değildir. Belki dördününde içinde olduğu Kur'an'ı anlamakla mümkündür.

Oda bu devirde Risale-i Nur'dur.

Risale-i Nur Nedir?


Allah Hayy'dır.Hayy'ın en mühim meyvesi de Allahın binbir isminin tecelligahı kainattır.Kainatın en mühim meyvesi Semavatla eş tutulmuş Arz'dır.Arzın halifesi İsm-i Azam'ın tecelligahı İnsandır.İnsan;kainatın en mühim,en nazlı,en munis,en antika,en sevgili,en harika olmakla beraber;en aciz,en zayıf,en muhtaç; hayattar misafiridir.Madem insan bu kadar mühimdir,hem de cahildir ve madem ona bir mübareze ve nizam kapısı açılmıştır;o zaman mübarezeyi kazanacağı,ona nizamı öğretecek Sahib-i Hakiki'sinini emir ve yasaklarını bildirecek, Rabbü'l Alemin'in hikmet ve gayesini anlatacak Malik-i Hakikisini tanıttıracak bir rehber ister.O rehber Kur'an'dır.Kur'an ise;manasını insanlara öğretecek,tanıttıracak,bildirecek, ve en önce kendisi onunla amel edecek,terbiye olacak bir Yaver-i Ekrem ister.
Madem kainatın en mühim meyvesi halife-i arz olan insandır. İnsanlığa tahkiki imanı öğreten saadet-i ebediyenin muhbiri ve müjdecisi,sınırsız Rahmet'in keşşafı ve miftahı ve ilancısı O Zat (s.a.v)'dir.O zaman diyebiliriz ki, insanlığın medar-ı iftiharı,kainatın bir gaye-i hilkatidir.
Madem Rasul-i Ekrem(asm) Hayatın en mühim meyvesidir.Tüm zamanların Seyyididir .Akıl bunu böyle kabul etmek iktiza eder. Ondan sonra gelen,onun öğrettikleriyle talim edip talim ettiren, onun yüksek karakterinin ve ali seciyesinin, Sünnetinin, en yüce meyvesi bir zatın var olması iktiza eder.Madem Rasul-i Ekrem(asm)'in en birici görevi imandı.O Zat(asm)'nin varis-i azamıda en birinci görevi iman olacaktır ve olmuştur.O varis-i azamında eserleri Malik-i Hakiki'yi tanıttrıran Kur'an rehberinin en büyük ve en doğru talimgahı olması icab eder.
İşte O Zat Said Nursi'dir.Eserleride Risale-i Nurlar'dır.Bak; Bediüzzaman namlı o zata,şeksiz insafı olan görür ki hayatını Kur'an' a ve O Zat(asm)'ın yoluna vakfetmiş.Ameli Peygamberimizin ameline uygun.Mesleği Sahabe ile aynı.Ziakıl bilir ki;bir damla su kaynağını hatırlatır,yada bilir ki ;odanı aydınlatmanın en iyi yolu güneşi eve devet etmektir,kameri değil.Risale-i Nur, Kur'an'dan damlamış, Peygamberimizden ders almış, bir hidayet rehberi; bir Zülkarneyn'dir.Şu felaket asrının çabucak tamir eden Hızırı'dır.Değdiği yerde ab-ı hayat fışkırtan Asa-ı Musa'dır. Hem Hz. Nuhun gemisidir, hem medrese-i Yusufiyedir, hem Hz. yunusun balığı,hem Mesihin kılıncıdır. Kur'an'ın ziyasından damlamış Nurdur.

Talebeleri sadakat timsali Üveyslerdir.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Tasarruf-u Hakiki Allah'ındır.

Her orduda emir komuta zinciri vardır. Meslela;sıradan bir nefer bir yüzbaşı ile muhattap olur, her maruzatını ona iletir,onu terbiye eder, disiplini öğretir,padişahin koyduğu kanunları ona okumasını ve uygulamasını öğretir,o askere talim yaptırır.Padişah faraza her kusurdan münezzeh olsun.Padişah yinede o sıradan neferi yüzbaşıya sorar ona göre ödüllendirir veya cezalandırır. Lakin, tasarruf yüzbaşının değil büyük komutan padişahındır. O dilerse af eder dilerse ödüllendirir. Dilerse onunla kuracağı özel bir telefonla görüşür. Dilerse onu bizzat kontrol eder. Yüz başı ise o komutan için o neferden farksızdır.O nefer kusurlu olabildiği gibi yüzbaşıda kusurludur. Kusursuz olan ve tek yetkili o padişahtır.
Şimdi biri çıksa dese o padişah ile o nefer arasına biri girmeden onunla görüşemez, yüzbaşının yaptırdığı talimi neferin iyi anlayıp uyguladığına o yüzbaşı karar verir;yüzbaşıyı komutan, komutanı bir nefer haline getirmektir. Tabiki aracı vardır, ama komutanın o neferi ödüllendirmesi veya cezalandırması veya talimini iyi yapıp yapmadığına karar için bir aracıya ihtiyaç yoktur.Yüzbaşı sadece onun talim ve terbiyesi ile ilgilenmiştir.Yüzbaşı derki, bu adamı iyi talim yaparken gördüm,ödüllendirilmesini isterdim.Diyemezki, ben bu adamın her talimini yaptığına şahidim onu ödüllendiriyorum.
Kinaye tarzındaki bu hikayeyi açıklamak gerekirse:

Kainatta cereyan eden her hadisede görevli bir melek vardır. O melekler mesela yağmuru Allah'ın tayin ettiği bir ilimle yağmasına sebeb olur. Yağdıran değildir. Hem mesela,ayet diyor "biz yedi gökü yarattık",demiyor ki,"biz yedi gökü yaratanız". Dese hata olurdu. Birden çok ilah karışmış olurdu. İşte öyle Allah demez ki, "biz kullara şefaat edeniz,af edeniz, yada tevbelerini kabul edeniz". Çünkü, tek şefaat eden,affeden,tevbeleri kabul eden Allahtır. Şefaati,affı veya tevbenin kabulünü kul adına yüzbaşının talep etmesi, aracı olması o kişiyi şefaat eden,affeden,tevvab, yapmaz. Yapıyor, demek şirke kapı açmaktır.


Dinimiz akletmeyi ve akletmenin yanında aklımıza güvenmemeyi buyurmuştur. Zaten herkes her meselede her şeyi anlayamaz. Tabiki bir alim mürşide ihtiyaç vardır. Bu mürşid ona imanı ilmel yakinden aynelyakıne oradan hakkalyakin denilen tahkiki imana ulaşmaya vesile olur. Lakin, geçiş yeridir kaynak değil. Sebebtir, sebebleri yaratan değil.Müsebbib'ül Esbab Allah'tır.

Allah'ın kainatta cari olan Adetullah'ı vardır. Bu Adetullah'ın biride; Kur'an'ı çok iyi anlamış birine uyarak onun Kur'an'dan öğrettikleri ile amel edip tahkiki imana ulaşmaktır. Burda ilimde derin olan o mürşid o kulun af edilmesi için dua makamında bir tasarrufa sahip olması ifartkar bazı kişlerin elinde "Allah ile kul arasına girilir" denmesi ile son bulur. Tefritkarda o ifratı nazara alıp o alimin Allah tarafında verilimiş şefaata vesilesi red edilir. Ehl-i tarikin fenafişeyh olması şeyhin Allah ile kul arasına girmesi değil, müridin sabır gücünü sağa sola dağıtmayıp istikametini muhafaza içindir. İstikameti koruyan Allah,görülmesine vesile olan, talim ettiren mürşiddir.
Allah her türlü kusurdan münezzehtir. İnsana şah damarından daha yakındır. İnsan ise cahildir. Nefs taşımaktadır ve "ene" denilen mevhumu kabul etmiş tek mahluktur. Ene ise kulun kendisi ile Allah arasına çizdiği bir çizgidir. Sadece ve sadece Allah ile Kul arasında cereyan eder. Rasulullah dahi buna müdahale edemez. Edebilse idi "ümmeti ümmeti" diye yalvarmaz, aracı olur ve tüm kulların kurtulmasına sebeb olurdu. Evet mürşid kendi şakirtine ilim öğretir ve dua makamında yardımcı olur. ;Yoksa o şahsın af edilmesi için bir tasarufu yoktur. Sadece duası makbul olduğundan Allah'ın sevilen bir kulu olduğundan ve Allah'ın sevdiği bir kulun sevdiği bir kul olmasından dolayı hesabını yine kendi Adl isminin çerçevesinde kolaylaştırır. Af için geçiş yeri olur af kaynağı olamaz. Affa sebeb olabilir, ama aff edemez. Çünkü, Afüvv şartsız ve aracısız dilediğini Adl isimini icra ederek af eden Allah demektir. Bir aracı ile Afüvv isiminin yürütülmesi ise kusurdur.Kadir ismine dahi münafidir. Adl isimini ilzam eder.Evet o aracı Afüvv ismini icra etmez, o mürüdinin talimi iyi yapıp yapmadığına karar veremez, ancak şehadet eder.Tevvab ismi dahi kulunun enesinin nefsine üflediği vesveseleri bertaraf etmesi için yardımcı olarak gönderdiği mürşidin şehadetini nazara alır, o dilediğinin tevbesini kabul eder. Mürşid bir tasarrufa sahib değildir.Çünkü, kusurludur. Kusurlu bir mahluk Tevvab ismini Afüvv ismini ,Gaffur ismini icra edemez.Sebebtir, sebeb olan ise Allahtır.
vesselam

Kur'an Allah Kelamıdır.


Allah "Bu insan sözü,bir sihirdir diyenleri", "O zaman bir benzerini getirin", diye mübarezeye davet ediyor.Hata bırakın bir suresini bir ayetini hata bir harfin benzerinin getirilmesi İslam'ın mağlubiyeti sayılacağı bir mübarezede, üstelik yüzlerce mahir şairin olduğu bir dönemde kimse bunu becerememiş. Becerememesine delil mi istersin.İslam adına en ufak bir kötü olay hemen şaşalandırılarak, abartılarak anlatılagelir.Hatta en ciddi tarih kitaplarına girer.Rabbim o inkarcıları böyle bir mübarezeye davet etmiş olsunda biri başarsın ve duyulmasın şöhret kazanmasın.
Hem kolay olsa idi ,bir kağıt bir kalem gibi ucuz bir masrafla kazanılacak bir savaş terkedilmezdi. Aksine,İslam'ı bu şekilde mağlup edemiyeceklerini gördüklerinden zorlu ve masraflı olan büyük ve kanlı savaşlara girmişler.
Taklit edilemiyen bir kitap değiştirilemez.Zira,insanın sönük, belagatten uzak icazsız ve i'cazsız ,fasih olmayan ibareleri hemen görülürdü.
Kur'an'ı oku, bak diyeceksin ki; bu farklı.Bir şey farklı ise ya en kötüdür ya en iyi.Kalbi kirlenmemiş, hiç kimse, kötü diyemez.Hayranlığını gizleyemez.Bu kadar hayran kalınan,her asırda, her yılda her gün sayısız kez taze nazil oluyormuş gibi okunan bir kitaba mümkün mü ki insanı kirli eli değmiş olsun?
Buna ancak aklı gözüne inmiş eblehler mümkünat diyebilir.