9 Mayıs 2009 Cumartesi

İttihad

En evvel, mürşid-i umumi olan ulema, meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz. Hutbe-i Şamiye

Üstad neden böyle diyor? Cevabını şöyle düşündüm:

Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Barla L.

Ayrıca Emirdağ Lahikasındaki şu nüktenin işaretini dahi imdata çağıralım.

Evet, her tarafta, hatta Hint ve Çin de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden, "Acaba İslamiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?" diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat i ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zail olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.


Demek avamın yüzde sekseni tahkikat yapamadığından hakikatleri ulema, meşayih ve taleblerden alıyor. Meselelerde tarz-ı hareketlerini onlara hüsn- ü zanlarına binaen söyledikleri gibi belirliyorlar.

Demek en mühim ulema, meşayih ve taleblerin hem kendi aralarında hem üçü birden ittifak ve ittihadlarıdır.

Ancak, bu devirde en mühimi üçüncüsü, yani Nur talebelerinin ittihadıdır kanaatim gelmiş. Zira, Emirdağ Lahikasında söylendiği gibi "Ulema Nurcuları dinler."

Demek Nurcuların ittifak ve ittihadı , hem ulemayı, hem müteşeyihlerin itihadına vesile olacak. Demek tüm alem-i İslam'ın ittihadını doğuracak. Demek hakiki dini- İsevi ile İslamiyetin ittihadı dahi burdan doğacak.

Ayrıca Alem-i İslam'da şu an tam galebe çalmış ihtilaftan gelen ümitsizlik dahi bu ittihad ile tedavi olacaktır. Nasıl, "Acaba İslamiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?" denildiği bir anda Risale-i Nur'un nuru Alem-i İslam bir ümit olmuş, şu ihtilafın ümitsizliği ve zararları dahi yine Nurcuların ittihadı ile son bulacak ve bir anda tüm alem-i İslam'da tesannüd ihtiyacı ve arzusu tekrar dirilecektir. İslamlara numune-i imtisalve hem taze bir kuvvet gelecektir.

Muhabbetle

Suunat

Sual:
Şuûnât-ı İlâhiye nedir? Allah’ın isimleri ve sıfatları yanında bir de şuûnâtı mı vardır? Bu ne demektir?

Cevap:
Şuûnât-ı İlâhiye, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin keşfettiği ilâhiyata ait çok önemli bir husustur. Bediüzzaman’dan önce ne mezhep imamları ve ne de İlm-i Kelâm uleması bu konuda serd-i kelâm etmemişlerdir. Bu konu Ahadiyet ve Vahdâniyet-i İlâhiyenin ispatı babında çok önemli bir açılımdır.

Şe’n küçük işler anlamına gelir. Allah’ın cüz’iyatı ve en küçük teferruatı dahi yaratması, varlıkların fiillerini, sanat inceliklerini bizzat yapmasına şuunât denilir. Yüce Allah’ın Zat-ı İlâhisi, zatından ayrı olmayan Esma-i İlâhiyesi vardır. Esma-i İlâhiye’nin de Sıfat haline gelmiş olan Sıfat-ı İlâhiyesi vardır. Sıfatlar ve sıfatlardan çıkan sanatlar ve ustalık isteyen ince işler de Şuunât-ı İlâhiye’ye delâlet ederler.

Böylece Şuunât, Sıfat, Esma hepsi Zât-ı İlâhiyeye delâlet ederler. Ancak şuunât, esma ve sıfat zat-ı ilâhiden ne ayrıdır ne de gayrıdır. Hepsi Zât-ı İlâhiyeye delâlet ederler. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde buyrulduğu, Allah’ın kendisini vasfettiği gibi “Külle yevmin Hüve fî Şe’n” dir. Yani “Her an, her zaman ve her gün bir iştedir.” “Fa’âlün Limâ Yürîd” dir. Yani “Dilediği gibi devamlı fa’âldir.” Devamlı faaliyet halindedir. Allah’ın yarattığı varlıklara, kâinata bakan her insan bunu görür, aklı ve kalbi olan anlar ve kabul eder.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Allah’ın Şuûnâtını şöyle izah eder:
“Nasıl mükemmel, muntazam, san’atlı, saray gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delalet eder. Ve mükemmel usta ve dülger unvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata, yani sanat melekesine delalet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i sanat, bilbedahe mükemmel bir istidadın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder.

Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gayet derece-i kemalde bulunan ef'ali gösteriyor. Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'al, bilbedahe unvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünkü muntazam, hakîmane fiiller, fâilsiz olmadığı kat'iyyen malûm. Ve son derece mükemmel unvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına delalet eder. Çünki fenn-i Sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşe’leri, sıfatlardır. Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şüphesiz son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delalet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye (tabir edemediğimiz) o mükemmel şuun-u zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir zâta delalet eder.

İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlukat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şahadet ettikleri için; masnuat adedince bir tek Sâni'-i Zülcelal’in vücub-u vücuduna şahadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi'rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattir.

Kâinatta, dünyada ve insanda yapılan bütün işler, tasarruflar, değişimler ve dönüşümler hepsi Allah’ın halk ve icadı ile tedbir ve tasarrufu iledir. Hiçbir işte hiçbir mahlûkun icat ve yaratmada müdahalesi söz konusu değildir. Ancak insan gibi şuurlu, akıllı ve irade sahibi ise o zaman iradesi ile tercih hakkına sahiptir. İş yapan kudret-i ilâhiyedir. Bunun için yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyin vekili, görüp gözeteni de O’dur. Her şeyin hazinesi ve anahtarları O’nun elindedir. Göklerin ve yerin ve içindeki her şeyin tedbir ve tasarrufu O’na aittir” buyurur.

İnsan Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine ait şuûnâtına ve ahvâline şâhittir. Cenâb-ı hakkın kâinattaki tasarrufu ve şuûnâtından anlaşılıyor ki arz meydanında yapılan her iş O’nun ilmi, iradesi ve kudretiyle yapılmaktadır. İnsan ise onun şâhidi ve dellâlıdır. Mevcudatta görünen intizam-ı hikmet, tezyîn-i inâyet, tevzîn-i adalet, Sani-i Hakîmin şuûnâtına âyinelerdir.

Zirâ, eserin kemâli bilmüşâhede fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedahe ismin kemâline, ismin kemâli bizzarure sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnâtın kemâline delâlet eder. Şe’nin kemâli ise, hakka’l-yakîn bir surette Zâtın kemâlini gösterir.”

Peygamberimizin (sav) Beraet Gecesinde secdeye kapanarak Allah’a yaptığı ve Vitir Namazlarında okuduğu tesbih ve ta’zim duası yüce Allah’ın Zât, Sıfat, Esma ve Şuunâtının tamamını kapsamaktadır. Tesbih budur: “Allahümme İnnî eûzü bi-rızâke min sahatike, ve bi-muâfâtike min ukûbetik. Ve bike minke. Lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik.” “Allahım! Öfkenden rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırım. Biz seni nasıl övebiliriz ki, Sen kendini senâ ettiğin gibisin. Biz ancak buna inanırız.” Bu Hadis-i Şerif ve Tesbih-i Nebevîde birinci cümle Sıfata, ikincisi Esmâya, üçüncüsü Zata, dördüncüsü ise Şuunâtı-ı İlâhiyeye delâlet etmektedir.